Türkçe sözlüğünde aylak bir sıfat ve belirteç olarak yer alır: Dolaşmak ve gezmek anlamına gelen “aylamak” fiili, eski bir sözcüktür. Bu kelimeden türetilmiş olan aylak sözcüğü ise işi gücü olmayan ve sağda solda amaçsızca dolaşan kimse anlamına gelir. Aylak sözcüğü aynı zamanda, çalışmak istemeyen, tembel kişiler için de kullanılır.
- (Sıfat): İşi olmayan, boş gezen, işsiz. (kimse); avare.
- (Belirteç): Bir iş, bir şey yapmayarak, boş durarak; “Böyle aylak oturmak olmaz”
Tüm dillerde kullanılan aylaklık sıfatı pek olumlu bir anlam taşımaz. Çalışmayan, tembel kişilere yöneliktir. Nedeni konusunda kimse doyurucu bir yanıt verebilmiş de değildir. Çalışan insan ile aylak insan arasında bazı karşılaştırmalar yaparak doğruları arayabiliriz.
Bertant Russel’ın[1] 1932 yılında yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı makalesi konuya ilişkin bir atasözüyle başlar: «Şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur,» Çalışan ile aylak arasındaki ekonomik ilişkiyi inceleyen Russel köylüler ile toprak sahipleri arasında bağlantıları gündeme getirir. Aslında Russel da bir topak sahibi ailenin ferdidir. Toprak sahipleri aylaktır, köylüler çalışandır. Russel birinci savaşı değerlendirirken de üretim fazlasının devlet tarafından savaş için harcandığına dikkat çeker. Devlete verilen her kuruşun silahlanmaya harcanacağına vurgu yapar.
Aylaklığın tarifini yapanlar arasında Fransız düşünürleri de saymak gerekir. “Flanörlük” kavramı aslında aylaklık anlamında kullanılabilir. Flanörlük Fransızcadan Türkçeye aktarılan bir kavram. Flanör; Fransızca “flâneur” kelimesinden türeyen Charles Baudelaire’nin “Paris Sıkıntısı” kitabıyla alakalandırılan bir aylaklığa işaret eder. Flanörlük “aylak, başıboş” anlamlarını taşımasının yanı sıra yine Fransızca “flâner” kelimesinden de türetilen bir kelimedir. Bir anlamda büyük şehirlerde aylak aylak gezen kişiye flanör tanımı kullanılmaktadır. Flanörlük üzerine bir makale yazmıştım. Meraklı okuyucu dip notlarda verdiğim linkten okuyabilir.[2]
Çoğu düşünür çalışmanın kutsal bir görev olduğunu savunan politikacıları ve din adamlarını eleştirir. İnsanların ne kadar çalışması gerektiği sorusunun yanıtı hangi sosyal sınıftan olduğunuza göre değişir. Örneğin Osmanlı toplumunda “askeriye” yani yönetici sınıfının çalışma zorunluğu yoktu. “Reaya”yani üreten ve vergi veren olarak adlandırılan çalışıp devlete vergi ödeyen çoğunluğun emeğiyle geçimini temin eden yönetici sınıfının çıkarı reayanın hiç durmaksızın çalışmasıyla alakalandırılmalıdır. İktidarlar çalışan sınıfı korkutarak ya da inanç yöntemini kullanarak çalışmanın kutsallığı masalıyla aldatır vergi toplarlar.
Örneğin Karl Marx’ın damadı olarak da bilinen Küba asıllı Fransız düşünür Paul Lafargue, kutsallaştırılan çalışma düzenine karşı çıkar. Lafargue’e göre yaşam, bitmeyen üretme ve tüketme döngüsü esnasında yitirilir. Bu döngüde kişilerin tembellik etme haklarının ellerinden alındığını savunur. Bu görüş savaş karşıtı olan tüm düşünürlerde görülür. Örneğin Alman düşünür Walter Benjamin “Pasajlar” adlı eserinde kent aylaklığını över.
Çalışan çoğunluğun kandırıldığını ve emeklerinin çalındığını ileri süren görüşler de vardır. Bu esas itibariyle boş vakitlerini hobilerine ve ailelerine ayırmak isteyen çalışanların haklarını savunmak anlamına da gelebilir. Günümüzde kişi başı geliri yüksek olan ülkelerde işçi sınıfının mesai saatlerinde giderek azalma eğilimi görülmektedir. Üretim fazlasının nasıl değerlendirileceği toplumların siyasal ahlakıyla da yakından alakalıdır. Üçüncü dünya ülkelerinde yoğun bir şekilde özellikle de iktidar sahipleri ve yakınlarının da içinde bulunduğu yolsuzluk, rüşvet ve haksız kazanç, vb. gibi servet transferleri çalışan kesimin fakirleşmesine yönetici sınıfın ise zenginleşmesine yol açmaktadır.
Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı eseri bay “C” nin kentte arayışlarını anlatır. Sürekli bir arayış metaforu işlenir. Aylaklık bir anlamda umudunu yitirmiş çalışan insanın adalet arayışıdır. Bu da Atılgan’ın eserini bir üst seviyeye taşır.
Edgar Allan Poe de “Kalabalıkların Adamı” adlı eserinde bir aylağın bir cinayeti nasıl çözdüğünü anlatır. Kente aylak aylak gezen adamın dikkatini yaşlı bir adam çeker ve onu takip etmeye başlar.
Demir Özlü de hikayelerini bir kent aylağının gözünden anlatır. Paris sokaklarında kafelerinde bunalan ve kendini arayan aylaklar aşkı ararlar. Bu metaforun altında yatan da varoluşunu sorgulayan yazarın cevaplar aramasıdır.
Zaman zaman kendi kendime aylaklıkla yürümenin aynı şey olup olmadığını sormuşumdur. Aylaklıkta esas olan hareket halinde olmak ise bu yürümek olabilir, bisiklet, motorlu vasıtalar gibi binek araçları da. Bir noktadan diğerine yer değiştirmenin sınırı da yok.
Modern kent yaşamında aylaklık giderek yaygınlaşmaktadır. Aslında bu yeni bir şey de değildir. MÖ. 446 yılında doğan Yunan düşünür Antisthenes “Kinik Felsefe” nin kurucusudur. Sokrates’in de öğrencisi olan Antisthenes, sade yaşam tarzıyla aslında aylaklığı savunmuştur. “Kinik” kavramının Yunanca “Kyon” kelimesinden kaynaklandığı ileri sürülür. Bir sokak köpeği gibi yaşamak anlamı yüklenir. Antisthenes’e göre insanlığın amacı mutluluk elde etmektir. Mutluluk da her türlü alışkanlıktan kurtulmuş içsel bir huzurla gerçekleşir. Burada esas olan erdemdir (virtue). Mutluluğu engelleyen şeyler arasında en güçlüsü ise erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın hiç bir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir.
En tanınmış aylak olan Diyojen’i de bu bağlamda anmalıyız. Sinoplu genç Diogenes (M.Ö. 412-323) bir kuyumcunun oğludur. Babası sattığı altınlara hile karıştırdığı için baba oğul Sinop kent meclisi tarafından lisansları iptal edilmiş kentten de bir daha dönmemek üzere kovulmuş Atina’ya beş parasız bir şekilde sığınmışlardır. Atina sokaklarında beş parasız yaşamaya çalışan Diogenes Antisthenes’e yaklaşmaya çalışmış fakat insanlardan nefret eden Antisthenes onu sopayla kovalamıştır. Kinik felsefenin en tanınmış kişisi daha sonra Diyojen olacaktır. Bir sokak köpeği gibi yaşamayı başaran filozof İskender ile diyaloglarıyla ünlenmiştir. Bu bağlamda Parrhesia[3] kavramını incelemekte de fayda vardır.
Günümüzde de insanların çoğu bilinçsizce bir çalışma temposu içinde yaşamlarını sürdürürken ne için çalıştıklarını ve ne kadar çalışmaları gerektiğini hesaplamadan ömürlerini tüketmektedirler Ne için çalışıldığı, ne kadar çalışmak gerektiği sorusunun cevabı da hangi tür yaşam standardı istendiğiyle alakalıdır.
Stockholm’e beş parasız gittiğim 1 Eylül 1972 tarihinde uzun bir süre Kinikler gibi yaşamak zorunda kaldım. Parklarda sabahladım, ne bulduysam onu yedim. Genellikle ekmek ve suyla yaşadım denebilir. Havalar soğuyunca bir oda kiralamak zorunda kaldım. Ağır işlerde birkaç saatlik çalışmayla kira ödeyebilecek parayı kazanmayı başardım. Yaşam standardı yüksek İsveçli yaşıtlarımın hayallerinde sırasıyla bir otomobil, villa, yelkenli tekne, yaz ve kış seyahatleri vardı. Bu hayallerin gerçekleşmesi için de sabah saat 6 da kalkıp akşamın geç saatlerine kadar çalışmaları gerekiyordu. Banka borcuyla altına girilen bu hayal yükleri yaşam standardının gereği olarak her genç insanın içine girmesi gereken cendere idi. Bir tür kölelik desek yeridir. Borçlu insan çalışıyor, vergi ödüyor, yıllar geçip gidiyor. Böyle bakıyordum insanlara o vakitler. Bu yaşam standardının modern kölelik yapmak için bir bedel olduğu gerçeği beni ürkütüyordu. Kent dışında çiftliklerde ortak yaşam sürenler vardı. Orada komün adı verilen birlikte yaşayanların ise gizli gündemleri vardı. Çoğunlukla dini gruplardı bunlar. Beni o gruplardan uzak tutan bir dizi yasaklardı. Yedi büyük günahtan uzak durmak esastı. Aylak, kibirli, kıskanç, şehvet düşkünü, öfkeli, hırslı ve obur olmak da dahil edilince geriye kalan sürekli çalışmak, hizmet etmek, dua etmek gibi şeyler kalıyordu. Verilen örnekler arasında ünlü teolog Augustinus (354-430), ‘un tembellik ve aylaklık üzerine söylediği “başına buyruk şekilde dilediği gibi yaşamak, insanı şeytanlaştırır” sözü vardı. Burada en önemli mesaj bağımsız olma durumu. Yani tanrının buyruğundan çıkma hali olarak yorumlanabilir.
Aylaklığın tüm günahların ve kötülüklerin anasıdır düşüncesi şeytanın cennetten kovuluşuyla bağdaştırılır. Aynı mantıkla Adem ve Havva da cennetten kovulmuşlardır. Yasak meyve olan elma yenmiştir. Burada yasak elma metaforu da tanrının buyruğuna uymayanlara verilen cezayla alakalıdır. Bir anlamda buyruğa uymama şeytanlaşma demektir. Çalışma kutsal ise ve tanrının buyruğu ise çalışmayan tembellik aylaklık eden de tanrının buyruğuna uymuyor demektir. Teologların bu mantık dizisini izleyerek vaazler verip insanları çalışmaya yönlendirmesi de onların bağımsızlıklarını özgürlüklerini ellerinden almakla eşdeğerdir.
Danimarkalı filozof Kierkegaard (1813-1855);eserlerinde bu görüşün tersini savunur. Aylaklığın kötü bir şey olmadığını esas kötülüğün can sıkıntısından doğduğuna işaret eder. Bu tam anlamıyla aylaklığın savunması değildir. Can sıkıntısı çalışan insanın yapacak iş bulamayınca sıkılmasıyla alakalıdır. Kötülük işte bu can sıkıntısından doğar.
Bilerek çalışmayıp başka bir insanın emeğiyle beslenen onun ürettiğini tüketen ve sömüren “asalak” tipler vardır. Genellikle ebeveynlerinden, dostlarından, sevdiklerinden, yakınlarından ve tanıdıklarından beslenen asalaklar toplumda en tehlikeli olan sınıftır.Başkalarının sırtından geçinen; otlakçı ve asalak bireylere İngilizcede “parasite”, Osmanlıcada “tufeyli” denmektedir.
Montaigne (1533-1592) aylaklığı yanlış yorumlamıştır. Oysa özgür düşüncenin savunucusu olan birinin aylaklığın erdemlerini görmezden gelmesi anlaşılır gibi değildir. Montaigne’ne göre aylaklar hayal peşinde koşarlar. Uçsuz bucaksız bir hayal dünyasında, başıboş dolaşan insanların kurmadıkları hayal, düşmedikleri kuruntu kalmayacaktır. Bu düşüncenin altında yatan temel nedenin dini çevrelere hoş görünmek olduğu söylenebilir. Din adamları insanların eylemlerini kontrol altında tutmakla yetinmeyip hayal dünyasını da belirleyerek köleleştirme konusunda iktidarların sözcülüğünü yaparlar.
“Aylak kime denir?” sorusunun cevabı günümüzde bilinçli olarak bedenen çalışmak istemeyen “kendi kendine yeten” kişidir. Aylak, parası olan ama az üreten, az tüketen kimseye muhtaç olmadan yaşamak isteyen, kimsenin şemsiyesi altına girmeyen, zamanını yapmaktan hoşlandığı ve sevdiği işler için harcayan bağımsız ve özgür kimselerdir.
[1] Bertrand Arthur William Russell, 3. Earl Russell, Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum eleştirmeni. Doğumu :18 Mayıs 1872, Trelleck, Birleşik Krallık . Vefatı: 2 Şubat 1970,
[2] Flanörlük – Erguvan Rengi Söylenceler (yavuzcekirge.com)
[3] Parrhesia – Erguvan Rengi Söylenceler (yavuzcekirge.com)
“Parrhesia” – Erguvan Rengi Söylenceler (yavuzcekirge.com)
Parrhesia kavramı en kapsamlı bir şekilde Michel Foucault’un Kalifornia Ünivesitesi’nde 1983 senesi Sonbahar Dönemi’nde verdiği ders notlarında izah ediliyor. Ayrıntı Yayınları tarafından “Doğruyu Söylemek” adıyla yayınlanan kitap “Fearless Speech” adıyla 2001 yılında ABD’de yayınlanır.