Bu yıl da sonbahar renklerini yakalamak için Yedigöller, Küre Dağları ve Yenice başta olmak üzere çok kapsamlı bir güzergah seçtim.
Program şöyle oldu:
- 6 kasım 2017 sabah uçağıyla Ankara’ya iniyoruz. Kiraladığımız Nissan Qashqai ile yola çıkıyoruz. İlk durak Yedigöller. Milli parkın içinde bungalovlarda geceleme yapılabiliyor. Bir gece orada kaldıktan ve çekimleri yaptıktan sonra Küre Dağları’na doğru hareket ediyoruz.
- 7-8 Kasım 2017 Küre Dağ Evi,’nde geceleme. Küre Dağları bir çok vadiden ve yayladan oluşuyor. İki gün rehber eşliğinde çekim yapıyoruz. Ulukaya şelalesi ve Kanyonu, Drahna ve Karadere vadileri zaten bir haftalık zaman isteyen yerler.
- 9-10 kasım 2017 Yenice. Sevgili Aşkın Uzunkara’nın yardımıyla belediyenin yeni açtığı tesislerde Ihlamur Terası’nda villalarda bir gece kalıyoruz. Aşkın’ın tavsiyeleri doğrultusunda iyi bir çekim programı hazırlıyoruz. Yenice’yi daha önce ziyaret ettiğim için görmediğim bölgelerini görmek üzere iki gün ayırdık. İlk gün Kızıl Kayalar daha sonraki gün de dönüş yolunda araştırma ormanında çekimler yaptıktan sonra dönüşe geçiyoruz.
Bu seyahatte doya doya fotoğraf çekme fırsatım oldu. Foto safari gruplarıyla gidince dilediğim gibi fotoğraf çekemiyorum. Ne de olsa grupta farklı görüşte arkadaşlar oluyor. Biraz zaman kaybıyla yine de tatmin edici fotoğraflar çekilebiliyor. Bu sonbahar yolculuğunu eşim Nilgün’le birlikte gerçekleştirdik. Uzun süredir birlikte tatil yapamıyorduk.
Sonbaharın bu kadar yoğun yaşandığı bir bölgede olmak insana farklı duygular yaşatıyor. Özellikle Yedigöller. İnanılmaz bir coğrafya. İlk gün hava yağmurlu olmasına rağmen çekim yapabildim. Gece hava açtı ve ertesi güne Kapankaya seyir terasında gün doğumunda pırıl pırıl bir güneşle başladım. Ormanlık alanlarda dolaştığımız için araç performansı ön plana çıktı. Dar ve çamurlu orman yollarında hiç sorun yaşamadan gezimizi tamamladık. Nissan Qashqai tam not aldı.
Şimdi biraz sonbahardan ve mevsimlerden söz etmek gerekir.
Ay adlarının nasıl verildiği ile ilgili çok farklı bilgiler var.Temel itibariyle ayların ve günlerin daha bir çok kelime kökünün olduğu gibi Sürnayice yani Aramca olması hiç te şaşırtıcı değildir. Aramca “Bereketli Hilâl” adı verilen bölgede yani Mezopotamya’da en yaygın dil idi. Süryani rahipler doğu ve batı kültürleri arasındaki etkileşimi bir çok temel eseri dilden dile çevirerek sağlamışlardır. Akkad, Babil ve Asur imparatorluklarında yaygın olarak kullanılan dillerin sentezinden oluştuğu söylenir. Bugün çok önemli kültür dilleri arasında kabul edilmektedir.
Örneğin sonbahar aylarından eylül Süryanicede “aylul” (üzüm), yani “üzüm ayı” anlamına gelmektedir. Romalıların ayları sayısal değerlerle ifade etmeleri paralelinde “September” yedinci ay manasına gelir (septi-yedi). O zamanlar Mart, yılın ilk ayı olduğu için böyle denilmiştir.
Ekim (October): Eskiden Süryanice olan “Teşrin-i evvel” (ilk teşrin) adı verilirdi. Bu ayda ekim yapılıp tarlalar sürüldüğü için Ekim adını verilmiştir. Roma’da “October” (sekizinci ay).
Kasım (November): Eskiden Süryanice olan “Teşrin-i sani” (son teşrin) denirmiş. Bu aya Arapça kökenli, ayıran-bölen anlamına gelen ‘kasım’ adını vermişiz. Nedeni ise eskiler, Kasım ayından itibaren 180 günlük süreler halinde “Ruz-i Kasım” ve “Ruz-i Hızır” diye yılı ikiye ayırırlarmış. Roma’da November’dır (dokuzuncu ay).
Yeryüzünde her şey güneşle başlıyor güneşle bitiyor. Dünyadaki yaşamın kaynağı güneş. Bütün inançların temeli güneş. Güneş varsa yaşam var. Yoksa yok. Güneş bir kült[2] mü yoksa bir din mi sorusu da çok tartışmalı. Nereden baktığınıza bağlı. Hellen Helios kültü sadece mitolojiden mi ibaret? “Altın post”[3] efsanesi bir gizem mi yoksa tarihi bir gerçek mi? Mısır dinlerinde baş tanrı Amon Ra ile Helios arasında ne gibi benzerlikler var? Apollon kim? Mithra kim? Dinler tarihi incelendiğinde tanrılar panteonunda baş tanrının genellikle güneş olduğu görülür. İkinci tanrı da kesinlikle ay tanrıçası ya da tanrısıdır. Mevsimlerin oluşumunun güneşle alakalı olduğu özellikle de dünya eksenindeki 66° 33′, Ekvator düzlemi ile ekliptik düzlemi arasında 23° 27′ lik bir açıdan kaynaklandığı bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Mısır ve Babil rahiplerinden bu yana bilinen bu astronomik olayın sonucunda dünyanın bazı bölgelerinde (Ekvator bölgeleri hariç) mevsimlerin oluştuğunu biliyoruz. Bilge rahipler büyük festivalleri genellikle gündönümü ve ekinoks zamanlarına kurgulamışlardır.
Antik çağda hasat festivalleri genellikle yiyeceğin ve içeceğin bol olduğu zamanlardır. Bazı önemli festivaller her ne kadar bahar ekinoksunda mart nisan aylarında yapılsa da sonbahar ve kış aylarında da yapıldığı bilinmektedir. En yaygın festivallerden biri olan “Dionysia’da” günlerce süren festivallerde kurbanlar kesilir, evlilikler yapılır, yemekler yenir, danslar edilirdi. Dinoysos[4] festivallerine genel ad olarak “Dionysia” denirdi. (Yunancada çoğul )Hemen hemen her ay bir festival kutlanırdı. Mevsimsel özelliklere göre konulandırılan festivallerde genellikle dört farklı tanrı tapınımı yapılırdı.
- Athena,
- Demeter,
- Dionysos
- Apollon
Sonbahar ve kış aylarına özgü dört festival vardı:
- Boedromion (15 Eylül- 15 Ekim),
- Pyanopsion (15 Ekim -15 kasım)
- Maimakterion (15 Kasım- 15 Aralık)
- Poseidon (15 Aralık- 15 ocak)
Festivallerin ortak noktaları kurban, cinsellik, müzik ve şarap idi. Gerek antik Hellen gerekse de antik Roma’da festivaller sosyal hayatın önemli bir parçasını oluştururdu. Modern çağda olduğu gibi sonbahar aylarında oturup kimsenin depresyon ve melankoli ürettiği filan yoktu. Modern festivallere bakıldığında bazı benzerlikler bulunabilmesine rağmen günümüzdeki hayıflanan depresyon ağırlıklı, bunalım yüklü hamaset o zamanlar yoktu. Antik tiyatrolarda yapılan gösteriler halkın çok ilgisini çekiyordu. Nitekim ION şehir tiyatrolarında (Millet, Priene, vb.) sahneye konan eserler çok ilgi çekiyordu.
Yaz mevsimi sonrası ağaçların yapraklarının sararmaya başladığı bir dönem gelir. Toprağın insanları ektiklerini biçerler. Karınlar doyar, yüzler güler.
Sonbahar, güz veya hazan adı verilen mevsimdir bu. İnsanların tarımla uğraştıkları, toprakla bütünleştikleri dönemlerdir. Her aile kendi ihtiyacı olanı ayırıp geri kalanı satacak ya da kendisinde olmayan şeylerle trampa edecektir. Keyifleri yerindedir.
Hellence “phthinoporon” adı verilen güz mevsimi adını güneş tanrısı Helios’un on iki kızından birinden alır. Tanrıça Phthinoporon.
Aslında olgun bir kadın görünümündedir tanrıça Phthinoporon. Gençlik arkada kalmış olgunluk dönemine girmiştir. Sonbaharın başlangıcında yaprakların sararmaya başladığı zamandır işte o zaman. Daha kışa çok zaman vardır. Bir yerde sonbahar başlangıcındadır.
Altın çağ dediğimiz kadim dönemlerde tarımla uğraşan insan doğaya daha yakındı. Güneşin döngüsü yaşamı belirliyordu. Sonbahar başlangıcı soğuk kış günlerinin de habercisiydi.
Hasat zamanı insanların ektikleri ürünlerin meyvelerini topladıkları keyifli günlerdi. Depolar dolacak, bütün bir kış dönemi için yiyecek ve yakacak istiflenecekti.
Festivaller, panayırlar ve haydutlar. Sonbaharın değişmez üçlüsü. Hazıra konmak isteyen haydutlar köyleri basar ne var ne yok götürürlerdi. Bunu bilen köylüler de dağlarda gizli mağaralara yiyecek depolarlardı. Hayatta kalmak için.
Sonbahar fetivallerinden günümüze kalanlar çok fazla değil. Genellikle sonbahar ekinoksuna denk gelen festivaller sayılmayacak kadar çok.
- Sukkot – Yahudilerin Hasat bayramı
- Mehregan – İran Hasat bayramı
- Ay festivali -Çinlilerin sonbahar bayramı
- Pirinç festivali- Endonezya
- lammas- İskoç hasat bayramı
- Higan- Japon hasat festivali
Güneşin konumuna göre sıralanan festivaller, bayramlar aynı zamanda yaşamın döngüsünü de yansıtıyordu.
Hellen inanışına göre Hades’in tutsağı olan Persephone güz ekinoksunda (21-22 Eylül) annesi Demeter’in yanından ayrılıp yeraltına döndüğünde ağaçların yaprakları sararmaya başlar. Demeter (Bereket Tanrıçası) kızından ayrılışının hüznünü yansıtır. Çünkü Demeter doğadır doğa da bereket demektir. Doğa kendini kapatmaya başlar. Bu döngü her yıl tekrar eder. Antik çağda çok önemli bir kült olan “Eleusis” gizem kültü sadece Antik Yunanistan’da değil daha sonra Roma İmparatorluk resmi dinleri arasında da “Ceres Gizemleri” olarak yerini alacaktır.
Günümüzde ise sonbahar mevsiminde doğanın dönüşümünü izlemek ya da dönüşümün farkında olabilmek ne iş yaptığınızla alakalı.
Stockholm’de yaşadığım yıllarda çok farklı bir coğrafyada olmam nedeniyle ve güneşin ışıklarının çok az geldiği kuzey paralelinde olduğum için olsa gerek, mevsim dönüşümleri çok canlı renklerle olmuyordu. Türkiye’ye döndükten sonra yoğun çalıştığım yıllarda da mevsimlerin hiç farkında olmadığımı anımsıyorum. Erken saatlerde kapandığım ofisten gece karanlığına kadar çıkamazdım. Tüm mevsim dönüşümlerini on beş yıl kadar ıskaladığımı söylesem abartmış olmam.
İş hayatı insandan çok şey alıp götürüyor. Geriye sadece ailenizin geçimini sürdürecek kadar para sağlıyor. Endüstri toplumlarının kısır döngüsü de bu işte. Şehirler betonlaştığı için doğayı ve doğal döngüyü izleme olanağınız yok. Doğayla baş başa kalacak zamanınız da yok. Özellikle de son otuz yılda İstanbul başta olmak üzere tüm büyük şehirlerdeki parklar ve ağaçlar yok oldu. Bu yok ediş giderek hızlanıyor.
Blade Runner 1 ve 2 ‘yi izleyenler çok iyi hatırlayacaklar. Gökdelenler harabe halinde, tek bir ağaç bile yok, pis pis yağan koyu renkli bir yağmur, ucubeye dönüşmüş yarı robot yarı insan bireyler. Büyük şehirler ölüyor. Doğal hiç bir şey kalmamış artık. Kimin insan kimin robot olduğu da belli değil. 2019 ve 2049 yıllarındaki Los Angeles şehrinde tüm ilerlemiş batı uygarlığını kodlayan Ridley Scott, bu fikri Philip K. Dick’s ‘in 1968 yılında yayınlanan romanı “Do Androids Dream of Electric Sheep” den alıyor.
Aslında gelecek hiç de parlak değil. Özellikle de karbon dioksit emisyonları bu dereceye ulaşmışken. Küresel ısınma artık o kadar bariz ki. Buna bir de gerek dünyada gerekse de Türkiye’de azalan orman varlıklarını katmamız gerekir. Türkiye’de orman varlığı hızla düşüyor. Yüzde yirmi dört. Bazı vilayetlerde yüzde on beş, hatta on. Örneğin Malatya’da sanırım yüzde on yedi. Oysa bundan elli yıl önce yüzde elliler seviyesinde bir orman varlığından söz ediliyordu. Türkiye’nin yeşil alanları, akarsuları, gölleri ve dağları ne yazık ki insafsızca katlediliyor. Bu katliamı yapanlar da resmi kurumlar ve onlara yardımcı olan müteşebbis halk.
İlk durağımız Mengen Yedigöller. Burası aslında bir sonbahar cenneti. Bu kadar çeşitli ağaç türünü bir arada görmek kolay değil. Bolu yolundan Yedigöller yoluna sapıp yavaş yavaş yükselmeye başlıyoruz. Yol sorduğumuz bir esnaf gözümüzü korkutuyor. “Yolda kar var. Zinciriniz yoksa gitmeyin,” diyor.
Aracımız güvendiğimiz için yola devam ediyoruz. Bir yandan da içimiz bir endişe kaplamıyor değil. Maksimum yüksekliği 1700 metre olan bir yere ne kadar kar yağabilir diye düşünüyorum. Hava yağışlı olduğu için yükseldikçe hava soğuyor. Yer yer yol kenarlarında kar görüyoruz. Endişemiz artıyor. Ya yol tıkalıysa ne yaparız? Bütün endişelerin boş olduğunu inişe geçtiğimizde anlıyoruz. Yolda kar filan yok. Meğerse kar bir hafta önce yağmış. Bunu da sonradan öğreniyoruz.
Milli park girişinde Nazlı Göl, Sazlı Göl var. Orada biraz mola verip milli park yetkilileriyle konuşuyoruz. Kalabalıktan ve çöplerden şikayet ediyorlar. Bir de avcılardan. Kaçak avlanan çok kişi varmış. Biraz fotoğraf çektikten sonra Büyük göl’e doğru hareket ediyoruz. Göllerden biri zaten kurumuş. Adı da Kuru Göl. Diğerlerinin durumu da pek parlak görünmüyor. Her yıl sonbahar fotoğrafları çekmek için gidilen Yedigöller aslında her mevsim güzel. Milli Park olmasının getirdiği avantajlarla şimdilik korunuyor. Zaten parka girince sarı bir dünyaya giriyorsunuz. Kayın ağaçlarının yoğun olduğu göl kenarları altın sarısı. Geçtiğimiz yıl da aynı tarihte buradaydım. Tek fark. Hafta arası olduğu için insan azlığı. Bu da fotoğrafçının avantajı.
[1] Latince: Sonbahar, güz
[2] Genelde din sayılmayan inanç sistemine “Kült” adı verilmektedir. Kült, sınırlı sayıda takipçisi olan ve uygulamaları esrarengiz olabilecek veya olmayabilecek yeni bir dini harekettir. Din ise, hikayeler, ritüeller ve inançlar yoluyla onu daha yüksek bir güçle bir araya getirerek insanın hayatına anlam vermek anlamına gelen düşünce yöntemidir. Kaynak: https://limenya.com/kult-ile-din-arasindaki-fark/
[3] Kolhid kralı Aietes, güneş tanrı Helios‟un oğludur. Annesi Okeanos‟un (dünyayı saran suyun kişileştirilmiş şekli) kızı Perseis‟tir. Helios, oğlu Aietes‟e Korinthos krallığını verdi, ama o çok geçmeden Kafkasya‟daki Kolkhis krallığını tercih ederek Korinthos krallığını bıraktı. Böylece Aietes, Kolkhis‟teki Aia (Aya) ülkesinde hüküm sürmeye başladı. Ülkenin başkenti de Aia adını taşıyor ve Phasis nehrinin kıyısında bulunuyordu. Yunanlıların atası kabul edilen Hellen‟in torunu Aiolos‟un oğlu Athamas, Boiotia‟da (Thebai ya da
Koreneia kentlerinde) krallık yapıyordu. Athamas‟ın bulut tanrıça Nephele‟den doğma Phriksos adında bir oğlu ve Helle adında bir de kızı vardı. Athamas, ikinci karısı İno‟nun kurduğu tuzağa düşerek çocukları Phriksos ve Helle‟yi Zeus‟a kurban etmek istedi. Ama Zeus (bir çeşitlemede Hermes) iki çocuğa altın postlu ve kanatlı bir koç gönderdi. Phriksos ve Helle bu altın koçla Orkhomenos‟tan Kolkhis‟e doğru uçtular. Helle yolda Marmara Denizi‟ne (Hellespontus) düşerek boğuldu, ama Phriksos Kolkhis‟e ulaştı. Aietes onu iyi karşıladı ve kızı Khalliope‟yle evlendirdi. Buna karşılık Phriksos, koçu Zeus‟a kurban etti ve postunu da Aietes‟e sundu. Kral da postu Kolkhis asıllı savaş tanrısı Ares‟e adadı ve tanrının kutsal ormanındaki bir meşe ağacına çiviledi. Kaynak: Oktay Chkotua, Altın Post Şiirleri önsözü, Muşni Lafüriya & Yeni Anadolu Yayıncılık. 2015
[4] Dionysos (ya da Bakkhos), en büyük Yunan tanrısı Zeus ile Tebai kentinin kurucusu Kadmos’un kızı Semele’nin birleşmesinden dünyaya geldi. Semele ölürken Dionysos’u doğurdu. Böylelikle “iki kez doğan” anlamına gelen “dithyrambos” niteliğini kazandı.