Toroslar’ın eteklerinde kışla ilkbahar kol kola yürür. Nerede olduğunuza göre değişir mevsimler. Anemonlar aralık ayının ortalarından itibaren soğuktan bunalanlara gülümserler.

Sonbaharla kış mevsimleri de iç içedir aslında. Mevsim geçişleri her geçen yıl daha da anlaşılması zor hale geliyor. İklim krizi, insanların kendi elleriyle doğayı tahrip ederek yarattıkları canavar giderek güçleniyor. Doğadaki binlerce yıldır süre giden düzen artık karmaşık bir hale gelmiş durumda.
Toroslar’ın eteklerinde Akdeniz’in kıyılarında aralık ayı ortalarından itibaren anemonlar, nergisler, süsenler boy göstermeye başlar. Onları görmeye giderim her yıl. Doğa gruplarıyla gittiğim yıllar da oldu ama artık yalnız gitmeyi tercih ediyorum. Yürüyüş grupları anemonların arasından çok hızlı geçip gidiyorlar. Onların amacı yürümek. Benim amacım ise hem yürümek hem de yeterince doğada gözlem yapmak. Daha farklı. bir yaklaşımı gerektiriyor.
Doğanın döngüsü hiç değişmez. Anemonlar tam vaktinde açar, ağaçlar tam vaktinde çiçeklenir, kuşlar tam zamanında göç eder. Milyonlarca yıldır süre giden bu döngü hiç bozulmaz. Ölümle yaşam hep birbirini kovalar. Kış mevsiminde ölen doğa baharda yeniden canlanır, sonra yeniden ölür.

Anemonların fotoğraflarını çekmek için gittiğim yerlerden biri de Antalya’da Phaselis Milli Park alanıdır. Parkın girişinden itibaren orman içlerinde anemonları görmek mümkündür. Milli park olması itibariyle insanların çok sık ziyaret etmedikleri daha doğrusu ayak basmadıkları bir yerde olduğu için anemonlar özgürce yayılma alanı bulmuşlar. Ormanın içinden bakıldığında Solyma Dağı yani Tahtalı Dağı görünür. Kar nisan ayına kadar dağın doruklarını süsler. Başı dumanlı karlı Solyma anemonların arasından pek güzel fotoğraf verir.
Bu yıl anemonlar bana hüzünlü görünüyor. Bir felaket haberi kara bir bulut gibi çöküyor Solyma’nın üstüne. Elazığ vilayeti sınırlarındaki Sivrice kasabası yakınında cuma akşamı saat 20:55’te meydana gelen depremde, 41 kişi yaşamını yitirdi, 45 kişi sağ olarak kurtarıldı, 1607 kişi yaralanarak hastanelere kaldırıldı.
Depremler de bu coğrafyanın en az anemonlar kadar gerçeği. Elazığ’a daha bu sonbaharda gitmiştim. Çarpık yapılaşma ve doğa tahribatı o kadar bariz ki. Dere yatakları, tarım alanları demeden yapılaşma çılgınlığı sürüyor. HES ve diğer doğanın dengesini bozan yapılaşmalar projelendirilmiş. ÇET raporu gibi konular hiç gündemde değil. Varsa yoksa rant.

Derme çatma yapılar en ufak sarsıntıda yıkılacak durumda. Bu depremde meydana gelen can kayıpları da bu tür yapıların çökmesiyle oluşmuş. Şimdi izliyorum da tüm yetkililer oraya üşüşüyor.Sanki bu yapılaşmaya izin veren onlar değil. İki ya da üç gün sonra bu olay da unutulacak; sorumlu aranacak ama bulunamayacak; olan ölenlere ve yaralananlara olacak. Yine hiç bir şey değişmeyecek. Bozuk düzen sürüp gidecek. İnsanlar değişmek istemiyor. Cehaletin koynunda kaybolup gidiyorlar.
Cahil olmamak ne demek bilmek lazım. Ahval’da Esra Yalazan’ın bir makalesini okurken hüzünlü anemonları düşündüm. “Rilke, Zweig’ın soylu vedası ve nergisler” adlı makalesinde Rike’den alıntılar yapıyor Yalazan. Ahval : (Ocak 25 2020 ) https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/kitap/rilke-zweigin-soylu-vedasi-ve-nergisler?amp
“Dünyadaki her şey bir aşamadan geçer ve öyle su yüzüne çıkar. Her izlenimi, en ufak duygu belirtisini dahi kendi başına bütünlüğe ulaşması için bilincin olmadığı, karanlık ve ifade edilemez bir yer olan aklın ötesindeki boşlukta bırakmak ve büyük bir tevazu ve sabırla bu duyguların yeni bir açıklık kazanmasını beklemek, sanatçı olmaktır. Sanatçı olmak, sadece yaratmak değil, aynı zamanda anlamaktır.
Sanatta zamanın önemi yoktur, geçen yılların bir anlamı yoktur. On yıl hiçbir şey ifade etmez. Sanatçı olmak hesaplamak ve saymak değildir. Sanatçı olmak, yazın gelmeyeceğine dair hiçbir korku hissetmeden bahar fırtınalarına göğüz geren ağaç olmaktır”.

Cehalet ve şiir ne kadar birbirinden uzak.
Bu gördüğüm hüzünlü anemonlar kaç yaşında?
Onları yaşlanan insanlar gibi düşünmek de yanlış. Akdeniz’deki tüm antik kentleri hemen hemen gördüm diyebilirim. Xantos ‘u alalım örneğin. Aynı adlı akarsuyun kıyısına kurulan Likya başkenti akropolü akarsuya hakim bir tepede yer alır.
Bu mevsimde (ocak ayı sonu şubat başı) her yerden anemonlar fışkırır. Yere devrilmiş bir sütunun üzerine oturup Xantos ‘un kıvrıla kıvrıla uzanıp gittiğini görürsünüz. İşte orada anemonların arasında meraklı ve uyku mahmuru kertenkeleler sizi seyrederken güneşin sulardaki izini sürersiniz.
Tüm antik kentlerde anemonlar açar.
Onlar eski insanlardan, eski uygarlıklardan ve onurlu geçmişlerinden bir şeyler fısıldarlar. Aşağıdaki Kınık kasabasının sesleri kulağınıza gelir. Asfaltın üzerine karton kutular içinde civcivler çıkarmışlar. Civciv satışı var. Civcivlerin sesleri gelir kulağınıza. Bir kadının kızgın sesi. Anlaşılmaz kelimeleri. Motor gürültüleri. uzaklarda ağlayan bir çocuğun sesi. Hep sesler birbirine karışır.
Anemonların sesi hüzünlüdür. Hafifçe rüzgardan titrer yaprakları. Tersine akan zamanın kurbanları gelir birer birer gözünüzün önüne.

Bu antik kentler binlerce yıldır ayakta kalmayı başarmışlar. Bu kentleri kuran insanların mimari bilgisi, ustaların becerisi sayesinde nice depremlere karşın ayakta kalabilmişler.
Kültür farkı mı?
Teknoloji mi?
Yoksa başka bir şey mi?
Bu yaz sonu Elazığ ve çevresini gezerken o parlak balkonlu (Paris Balkon diyorlar) yapıları görmüştüm. Dışarıdan çok şık görülen bu binaların çoğu çatlamış ya da yıkılmış. Öte yandan Hazar gölü kıyısında kendi evini kendisi yapan Balkan göçmeni Hüseyin Ağa’nın taş evi dimdik ayakta duruyor.
Hazar Gölü demişken; bu göle ilişkin pek ses çıkmadığını da söylemek gerekir. Neden böylesine önemli bir doğa hazinesi üzerine tek kelime duyulmaz acaba? Oysa deprem noktası tam da gölün güney batı kıyısında bir yerde. 81 kilometre kare büyüklüğünde olan göl fay hattı üzerinde bulunan tektonik göllerden biri olarak biliniyor. Yirmi kilometre uzunluğunda, dört buçuk kilometre genişliğinde belki de Türkiye’nin en derin gölü. Derinliği üç yüz metreye kadar ölçülmüş. Belki dahası da var ama ölçen yok. Mastar Dağlarından gelen Kürksuyu, Zıkkım ve Savsak dereleri ile beslenmekte olan gölün üzerinde iki adet HES canavarı var. Ciddi anlamda gölden su çeken bu canavarlar gölün bir çok yerini kuruma noktasına kadar getirmiş durumda. Doğal SİT alanı statüsündeki göl bir çok tehdit altında bulunmaktadır. Orman Bakanlığı raporlarına göre göle ilişkin tehditler şöyle sıralanıyor:
“Hazar Gölü evsel ve endüstriyel kaynaklı atıklar nedeniyle kirletilmektedir. Göl çevresindeki kıyı şeridi kamu kuruluşlarının eğitim kampları ve özel tatil siteleri ile hemen hemen kapanmış durumdadır. Yaz aylarında sahilde kurulan çadır kamplarının atıkları Göl’e bırakılmaktadır. Ayrıca, Göl kıyısında bulunan ve önemli bir yerleşim merkezi olan Sivrice İlçesinin ve Gezin Belediyesinin evsel atıkları da Göl’e verilmektedir.
Avrupa ülkelerine, Elazığ merkeze, yakın illere ve metropollere göç edenlerin yaz aylarında, tatillerini geçirmek amacıyla bölgeye geldikleri belirtilmektedir. Havzaya gelen yazlık nüfus Göl çevresinde çevresel kirliliğe yol açmaktadır.
Ağaçlandırılacak geniş alanlar olmasına rağmen, bu alanların özel mülkiyette olması nedeniyle ağaçlandırma çalışmaları yeterince yapılamamaktadır.”
Bir deprem çöküntüsü içine dolan sularla oluşan Hazar Gölü belki de bu depremde daha da derinleşmiştir. Gidip ölçen olmadığına göre bilemeyeceğiz. Bu bölgenin tarihi coğrafyasına baktığımızda ilginç veriler ortaya çıkmaktadır. Öncelikle “Yukarı Fırat” olarak nitelendirilen bu bölge acılı topraklardır. Bölgede yüz yıl önce yaşayan Hıristiyan Ermeni, Süryani nüfus bugün yerini Sünni Türk ve Kürt ahaliye bırakmıştır. Bugün bu konular nedense “Tabu” statüsüne konmuştur. Oysa biraz tarih araştırması yapan herkes bölgede yaşanan büyük toplumsal travmaları öğrenebilir. Ben burada bu konuları tekrar etmeyeceğim. Meraklı okuyucu dip notlarda verdiğim bağlantılardan her türlü bilgiye ulaşabilir.[1]
Bugün depremin merkez üssü olarak belirlenen Sivrice Balkan muhacirlerinin iskânı için 1933-1938’de kurulmuş yeni kasabadır. İlk iskan edilenler Arnavut, Boşnak ve Bulgar göçmenlerdir. Öncesinde ilçe merkezi Dedeyolu (Yukarı Hoh) köyüdür.
Şimdi medyanın gündemine oturan “Elazığ’da Deprem”, “Yardıma koşan sanatçılar”, haber başlıkları zincirleme bir çok olayı tetikleyecektir. Haber değeri olması itibariyle öncelikle tüm siyasetçilerin sonra da sanatçı geçinenlerin “Show” alanı haline gelecektir.
Daha sonra “yardım” furyası başlayacak ve ne kadar bazı firmaların depolarında satılmayan “tapon” mal varsa bölgeye sevk edilecektir. Yardımların dağıtımı konusu ise başka bir kulvarda yürüyecektir. Yardım için gönderilen her şey ikinci bir kanal bularak karaborsaya düşecek, civar illere düşük fiyatla sevk edilecektir. Bütün bu mekanizma daha önceki yıllarda olduğu gibi kravatlı, ceketli kösele ayakkabılı zevat tarafından önlenemeyecektir. Bölge halkı depremin tüm iyi ve kötü taraflarını yaşayacak olaylar, yöre çocuklarının hafızalarına kazınacaktır.
Anemonlar tüm bunlardan habersiz Akdeniz kıyılarında açmaya
devam edecektir. Solyma’nın karları eriyene kadar her şey kamuoyu ve medya
tarafından unutulup gidecektir. Aynen yüz yıl önce bölgeden yok olup giden
binlerce insanın unutulduğu gibi.
[1] https://www.houshamadyan.org/tur/haritalar/mamuret-uel-aziz-vilayeti/harput-ovasi/sesler/avedis-abrahamyan.html
