Sonbahar senfonimizin üçüncü bölümü “Scherzo”. İtalyanca “şaka” anlamına gelen bu kelimenin senfonilerde üçüncü bölüm olarak tanımlanmasının tarihi nedenleri var. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda batılı asillerin saray danslarına merak saldığı dönemde bir Fransız saray dans biçimi olan “minüet” senfonilerde boy göstermeye başladı. Orkestra eserleri sadece konser amaçlı değil belirli bir asiller tarafından (court) yönlendiriliyordu. Senfonilerde hafif ve eğlendirici olması öngörülen üçüncü bölüm belirli bir dans türüne göre de besteleniyordu. Bu bölüme dans müziği de denebilir. Şimdi burada okuyucu soracak: Amasra ile saray danslarının ne bağlantısı var? Haklısın sevgili okuyucu aslında hiçbir bağlantısı yok. Sonbahar senfonimizin üçüncü bölümünün Amasra tarihi ve bugünkü durumu arasındaki tezat düşünüldüğünde bana “şaka” yani “scherzo” gibi gelmesinin ötesinde bir bağlantısı yok. Burada metaforu çekiştiriyoruz. Yenice’de ruhumuzu dinlendirdikten sonra daha eğlenceli olduğunu sandığımız Amasra’ya doğru hareket ediyoruz.
En merak ettiğim yer de Bartın yolunda olan ağaç koridoru. Acaba ne kadar sarardı diye merak ediyorum. O yolu giderken ağaçların Karadeniz’den gelen rüzgarla dans etmesini de bekliyorum. Bu iki yanı yaprak döken ağaçların asker gibi dizildiği yolun benzeri var mı acaba? . Muhteşem bir güzellik. Altın sarısı ağaçlarla kaplı ormanı asfaltı ikiye bölüyor. Bartın Çayı boyunca Karadeniz’e doğru koşuyoruz. Rüzgarla savrulan sonbahar yaprakları girdaplar oluşturuyor.
Amasra’ya Bartın üzerinden ulaşacağız. Ünlü “Parthenion” nehrini göreceğiz. Artemis’le ilişkilendirilen bir bölge burası. Roma eyaleti oldukları dönemdeki adlarıyla “Paflagonia” , “Bithinia”. Bartın ve Amasra “potamia” adı verilen nehir kentleri sınıflamasına giriyor. Bölgedeki baş aktör de bugün Bartın Çayı olarak bildiğimiz Parthenion nehri. Antik çağda bu nehir üzerinde ticaret gemilerinin çalıştığı biliniyor.
Amasra o zamanki (MÖ.5. yy) adıyla pers prensesi Amastris adını almadan önce farklı bir isimle biliniyordu. Sesamos şehrin ilk adı olarak biliniyor. Susam ticareti nedeniyle bu ismin verildiği söyleniyor. Şehri ilk kuranlar Fenikeli tüccarlardı. Zaten Fenikeli tüccar denizcilerin Akdeniz ve Karadeniz limanlarında kurdukları koloni ticaret şehirleri saymakla bitmez. Amastris, Kromna, Kytoros , vb. gibi şehirler bu bölgenin antik çağdaki önemli ticaret merkezleriydi.[1] Amastris Finikelilerden sonra Hitit, Lidya ve Miletos hakimiyetine girdi. Uzun bir süre İyon (Miletos) kolonisi olarak ticaret ağını Anadolu’nun iç kısımlarına Ankara’ya kadar götürdü. Daha sonra Ceneviz ticaret kolonisi oldu. Cenevizlilerin izleri günümüz Amasra’sında hala görülebiliyor. Osmanlı hakimiyetiyle birlikte Hıristiyan nüfusun İstanbul’a gitmesine izin verilmiş, kiliseler camiye dönüştürülmüş ve Müslüman nüfus yerleştirilmiş. Antik çağda Amastris’in nüfusunun kırk elli bin civarında olduğu özellikle de Roma döneminde kamusal binalarıyla büyük bir antik şehrin toprak altında kaldığını arkeologlar söylüyor.
Nerede bu kalıntılar? Neden bugüne kadar ortaya çıkarılmadı? Bartın Çayı alüvyonları, sel, depremler ve diğer sebeplerle bugün antik kentin yüzde elli kalıntılarının toprak altında bulunduğu arkeologlar tarafından ifade ediliyor. Bölgede yüzey araştırması henüz yapılmamış durumda. Antik yolların saklı vadilerden geçip Amasra’ya kadar ulaştığı biliniyor.
İşte çok fazla bilinmeyen tarihçesiyle kapalı bir kutu olan Bithinia ve Paflagonia yani Bartın ve Amasra sadece sonbahar renkleri için değil, kültürel tarihi için de benim için önem taşıyor. Amasra’ya ciddi bir turist akını da var. Ama bu yaz aylarında oluyor. Özellikle Ankara, Çorum, Çankırı, Bolu gibi yakın şehirlerden olduğu kadar İstanbul’dan da gelenler var. Safranbolu, Amasra turları çok revaçta. Tur programlarına bakıldığında yeme içme ve alışveriş ağırlıklı oldukları görülüyor.
Akşam üstü yağmur çiselerken girdik Amasra’ya. Dik bir yamaçtan dönerek iniliyor şehre. Liman ve kale belirgin. İlk işimiz otel bulmak oldu. Limanda birkaç yere sorduk. Ağırlıklı olarak meyhaneler var kıyıda. Bu da talepten kaynaklanıyor. Balık ve rakı turizmi yapılıyor burada. Esnaf da sizin oraya balık yemeğe ve rakı içmeye geldiğinizi sanıyor ve ona göre davranıyor. Fiyatlar uçuk. Park ücreti yirmi liradan başlıyor. Otel fiyatları üç yüz liradan başlıyor. Odalarda ısıtma yok. Konfor desen hak getire. Oteller çok düşük standartlı. Birkaç yere baktık. Fiyatını geçtim, kalınacak gibi değil. Kale içinde bir konağa baktık. Rutubet kokusundan odalara girilmiyor. Sonunda yeni restore edilmiş bir otel bulduk. En azından haşerat yoktur diye orada karar kıldık. Sözüm ona deniz manzaralı oda verdiler bize. Pencerenin tam önünde devasa bir ışıklı reklam panosu var. Kıyıdaki meyhanenin panosu. “Han Müzikhol”, “Disco” , Denizi panonun kenarlarından zar zor görüyoruz. Bir gece için katlanacağız çaresiz. Ertesi sabah yöresel pazarı, kaleyi ve limanı gezip hemen yola koyulduk. Limanın en güzel yerini otogar yapmışlar. Olacak iş değil. Amasra’yı öve öve bitiremeyenlere hayret ediyorum. Nesi var övülecek? Ben çarpık yapılaşmanın kurbanı olmuş çirkin bir kasaba gördüm. Tarihi binalara inanılmaz eklemeler yapılmış. Reklam panolarının yarattığı görsel çirkinlik de işin tuzu biberi. Belediye belli ki hiçbir kural koyamıyor. Dileyen dilediğini yapıyor. Bu mudur üç bin yıllık tarihi olan Amastris ? Fenikeliler’in, Miletos’luların, Cenevizlilerin kurduğu şehir artık yok. Çarpık çurpuk yapılarıyla ve iğrenç reklam panolarıyla bir meyhaneye dönüşmüş bu tarihi şehir. Benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu Amasra. İşte Scherzo bölümümüz böyle başladı.
Amasra ile ilgili önemli referanslardan biri de üstat Strabon (Amasya doğumlu hemşehrimiz) . Eserlerinde Amasra’dan söz ediyor. Bu tür durumlarda kasabaların belediye ve kaymakamlık web sitelerine bakarım hep. Kaymakamlık sitesi çok yetersiz. Elle tutulur hiçbir bilgi yok. Belli ki adet yerini bulsun diye yapılmış. Kaymakam doktoralı bir ekonomist ama belli ki Amasra’yı hiç merak etmemiş, proje geliştirmemiş. En azından Amasra tarihini Bartın üniversitesinden bir uzmana yazdırabilirdi. Buna yetecek kadar idari gücü yok demek ki. Zaten web sitesinin bir çok sayfası boş, geri kalanının da bilimsel olmadığı anlaşılıyor. Belediye web sitesinin de pek bir farkı yok. Orada da bir turist rehberi Amasra tarihini çala kalem yazmış. Bilimsellikten uzak bölük pürçük alıntılar yapılmış. En azından Cenevizler dönemi ya da Osmanlı dönemi daha etraflı anlatılabilirdi. Belediyenin ilgisizliği zaten kasabanın çarpık yapılaşmasından anlaşılıyor. Amasra’da benim gördüğüm en ilginç yer Pazar yeriydi. Civar köylerden gelen çoğunlukla kadınlar rengarenk giysileriyle, doğadan topladıkları, yaban mersini, böğürtlen, yabani çilek, hünnap, kuşburnu ve daha bir çok doğal ürünü müthiş bir sergileme yeteneğiyle çok renkli reçel ve turşu kavanozlarıyla süslemişler. Her stant ayrı bir görsel şölen. Köylü kadınlarla sohbet ediyoruz, alışveriş yapıyoruz. Konuşmalarından ve tavırlarından anlaşıldığı kadarıyla belli ki bu köylü kadınlar Paflagonialıların torunları. Tarihi Paphlagonia kentleri arasında Tios (Filyos), Sesamos (Amastris), Kromna (Tekkeönü), Kytoros (Gideros), Abonou Teikhos (Abana), Aigialos (Cide), Kinolis (Çatalzeytin), Krateia (Gerede), Dadybra (Safranbolu), Hadrianopolis (Eskipazar), Pompeiopolis (Taşköprü), Gangra (Çankırı) ve Erythinoi (Çakraz) bulunmaktadır.
Karadeniz bölgesinin tümünde ve Amasra’da seçilmişler, atanmışlar ve bölge ahalisi bölgenin tarihini bilmiyorlar. Bu bilgi noksanlığının bir çok sebebi var. Birincisi ve en önemlisi bilgiye uğraşmanın çok zor oluşu. İkincisi ise var olan bilgiyi araştırıp bulma isteği. Üçüncüsü elde edilen bilgilerin reddedilmesi. Aslında bu sadece Karadeniz ve Amasra için geçerli değil. Tüm Anadolu için geçerli. Bugün bu bölgelerde yaşayan insanlar bilerek ya da bilmeyerek büyük bir bilgisizlik ve karanlık içerisinde bırakılmışlardır. Dünyanın her yanında olduğu gibi burada da göçler ve savaşlar olmuştur. Üstünlüğü sağlayan güç kendi iktidarını, kültürünü yerel halka kabul ettirmiştir. Üç bin yılda meydana gelen karışımı, kültürel çeşitliliği hafife almak mümkün değildir. Bir çok kişinin inandığı ve savunduğu gibi, Türkler bu bölgelere Orta Asya’dan atlarına binip Müslüman olarak gelmemişlerdir. Zaten bir çok kişi de Türk tanımını henüz anlamış değildir. Genellikle “Müslüman” ve “Türk” kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Günümüzde bu farkı bilenler hiç de çok değildir. Bunun nedeni yaratılan tabulardır. Bazı konuların konuşulması tabudur. Üç bin yıllık bir zaman dilimi entelektüel olarak kavranabilen bir dönem değildir. Aslında bu kadar büyük bir zaman kesitini bütün halde görmek de mümkün değildir. Tarihçiler ve arkeologlar çalışmalarında bu zaman dilimini küçük parçalara ayırarak incelerler. Örneğin “MÖ. 600-550 yılları arasındaki Amasra” diye bir başlıkla yola çıkarsak en azından elli yıllık bir dönemi inceleme fırsatı ortaya çıkar. Ya da 1950-1960 yılları arasında Amasra, diye on yıllık bir süreyi inceleyebiliriz. Bu zaman dilimleri hem genel olarak Anadolu’nun tümünde meydana gelen olaylarla hem de bölgesel olarak Amasra’da meydana gelen olaylara bakma fırsatını karşımıza çıkarır. Ama üç bin yıllık bir süreci ele alırsak elimizde bir kronolojiden başka bir şey olmaz. Nitekim Amasra broşürleri bu kronolojilerle dolu. Örneğin üç bin yılda Amasra’da konuşulan diller, inançlar, ölü gömme adetleri, savaşlar, vb. gibi daha spesifik ve detaylı bilgiye ihtiyaç duyulan alanlar olduğunda elimiz bomboş geri döneriz.
Amasra müzesi bir ölçüde bölgenin kültürel mirasını sergilemekle yükümlü olan resmi kurum. Müze 1982 yılında faaliyete geçmiş. Dört sergi salonu var. İki salon arkeolojiye iki salon da etnografya konularına ayrılmış. Bu salonlar bölgenin kültürel mirasını yansıtmaktan çok uzak. Tüm dünyada “museology” yani “müze bilimi” adlı yeni bir dal var. Türkiye’de İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesinde ayrı bir dal olarak var biliyorum. Ama hepsi bu kadar başka bir üniversitede var mı bilmiyorum.
Nedir müze ve müzecilik?
“Müzeler kültürel değeri olan buluntulardan (eserlerden) oluşmuş bir bütünü çeşitli araçlarla korumak, incelemek, değerlendirmek ve en önemlisi toplumun estetik zevkinin yükselmesi ve eğitimi için teşhir etmek amacıyla, kamu çıkarları için idare edilen kuruluşlardır. ”Dünya mirasının korunduğu mekanlar” olarak da adlandırılmışlardır.”
Kaynak: https://www.tarihlisanat.com/muze-nedir-tanimi-tarihcesi/
Özel merakım gereği müze gezmeyi çok severim. Belli başlı müzeleri sık sık ziyaret ederim. Arkeoloji müzelerinin en fazla sergileyecek eser bulacakları yerlerin başında geliyor Anadolu. Hemen hemen her yerde arkeolojik eserlere rastlanıyor. Tarihi eser kaçakçıları ve hazineciler cirit atıyor ortalıkta. Müzeler ellerindeki eserleri sergileyecek salon bulamıyor. Antik kentler yerleşim bölgeleriyle iç içe. Bunların ötesinde batılı müzelerle karşılaştırıldığında örneğin, British Museum, Berlin Müzesi, Louvre Müzesi, vb. sergileme yönteminden tut, eldeki malzemenin değerlendirilmesi, eğitici, tanıtıcı çalışmalarından gir ciddi farklılıklar söz konusu. Müzecilik dalında yeterli uzmanın yetişmediği gibi bilimsel çalışmaların yapılacağı ortamın sağlanması için yeterli yönetim desteği yok. Müze yöneticileri farklı disiplinlerde eğitim görmüş siyasi atamalar. Bütün bu faktörler göz önüne alındığında müzecilik alanında çok büyük bir boşluk olduğunu söylemek mümkün.
Üç bin yıllık Amasra daha doğrusu Paflagonia konusunda tarih yazıcılığı yapan kimler var? Bilindiği gibi günümüzde iki tür “belge” üzerinden çalışma yapılıyor. Birincisi arkeolojik kazılarda ortaya çıkan her türlü eser sınıflandırılır, kataloglanır ve incelemeye hazır hale getirilir. Bu eserler üzerinde farklı disiplinler bilimsel çalışma yapar, örneğin, tarihi coğrafya, toponomi, filoloji, epigrafi, nümizmatik, arkeometri vb. dallarında uzmanlar eserleri incelerler. İkinci olarak yazılı kaynaklara bakılır. İşte burada tarih yazıcılarının eserleri devreye girer. Antik çağdan kalan yazılı metinler arasında en erken bilgi Homeros’un İlyada destanında bulunabilir. Homeros MÖ.12 yy. da Troya savaşını anlattığı destanında Sesamoslulardan yani Amasralılardan söz eder. Akhalara karşı mücadele eden Troyalılara destek veren Anadolu halkları arasında “Kromna’dan, Parthenios ırmağının suladığı topraklardan, Sesamos ve Kydoros’tan gelen vahşi katırları pek meşhur olan Enetlerin ve Pafhlagonialıların başında korkusuz yürekli Pylaimenes’in olduğu destanda anlatılır. Bir destanda yer alan bu bilgi aslında çok değerli. Demek ki Akhalar’a karşı Anadolu halkları birliği topraklarını savunuyor. Paflagonia ordusu var. Aynen Lykia ordusu gibi, diğer şehir devletlerinin orduları gibi işgalci Akhalara karşı topyekün mücadeleye katılıyorlar. Bugün Amasra’yı ziyaret ettiğimizde ne müzede ne de broşürlerde böyle bir bilgi verilmiyor. Ancak Homeros’u okuyanların elde ettiği bir bilgi bu. Oysa bu tür araştırmaları ve çalışmaları yapması gereken kurum Amasra Müzesi. Müze bu araştırmaları yapmak bilgi edinmek ve bu bilgiyi sergileme ve tanıtım araçlarıyla halka iletmekle yükümlü olması gerekir. Herhangi bir müzede çalışan uzmana sorun bakalım görevini nasıl anlıyor. Ben sordum. Uzmanın verdiği cevap beni hiç şaşırtmadı. “Bu tür soruların muhatabı biz değiliz.” Kim acaba?
Amasra ile ilgili en erken ikinci kaynak tarihin babası diye bilinen ve söylenen Herodotos. O da Parthenios ırmağı (Bartın Çayı) kıyısında Makronlardan söz ediyor. Heredotos bu bilgiyi nereden elde etti? Bilmiyoruz. Makronlar kim? Bu başlı başına bir araştırma konusu. Xenophon “On binlerin dönüşü” adlı eserinde Makronlardan “savaşçı bir kabile” olarak söz ediyor. Makronların kadim Pontos halkı olduğunu ileri süren araştırmalar var. Burada bu araştırmalara girmenin bir alemi yok. Nihayetinde bu benim işim değil. Amasra müzesi ya da kimin alanına giriyorsa bunu da araştırsın. Hazır kaynak taramalarına başlamışken biraz daha ilerleyelim. Bizim sonbahar scherzosu uzun süreceğe benziyor. Amasra’dan ve Parthenios ırmağından söz eden bir diğer antik çağ tarihçisi de Hesiodes. Theogonia adlı eserinde Apollonios Rhodios’un Argonautlar’ın altın postu arayışlarını konu alan efsanede söz ediliyor. Yine detaya inmek gerekiyor. Nasıl bir ilişkisi var “altın post” la Amasra’nın. Efsaneyi okumak gerek. Kurgulanan metaforu çözmek gerek. Sonra Strabon var. On dört ciltlik eserlerinde Amasra’dan söz ediyor. Quintias Smyrnaeus, Plinus, vb. gibi diğer antik çağ tarihçilerinin eserleri de var. Amasralı meraklı gençlere çok iş düşüyor. Oysa kasabada gördüğüm gençlerin hiç biri bu konulara ilgi duymuyor gibiydi. Kolay yoldan köşe dönmeye çabalıyorlardı. Maalesef Amasra gibi, Sinop gibi, Bartın gibi ve daha bir çok tarihi önemi ve geçmişi olan kasabalar kültürel anlamda “çorak ülke” ye dönüşmüş durumda. Bu durum değişir mi? Hiç sanmıyorum. Her geçen gün daha da kötüye gideceğini düşünüyorum. Amasra’yı “Rakı-Balık” merkezine dönüştürmeyi başaranların toprak altında yatan elli bin kişilik antik Amastris kentini ortaya çıkarmak gibi bir amaçları olduğunu sanmıyorum. Oysa iki bin yıl önce aynı yerde beş bin kişilik Amastris antik tiyatrosunda oynanan “tragedya” ların rakı-balığa gerek kalmadan kente turist çekmeyi başardığını ve Amastris esnafının misyonunu da öğrenmelerini isterim.
[1] Dr. Fatma Bağdatlı Çam, Homeros’dan günümüze Parthenios Nehri, Bartın Üniversitesi Tarih Araştırmaları dergisi. ISSN:2149–5866 Cilt3, Sayı2, s.2‐12, Kış2016