Bir önceki yazımda berbat bir yanlışlık yapmışım. Önce onunla başlayalım. Niğde AKUT sorumlusu Nedim Urcan yerine Cavit Ünlü yazmışım. Her ikisinden de özür diliyorum. Böyle bir hata yapmamalıydım. Eksik olmasın değerli doktorumuz ve Aladağlardaki fotomodelimiz Şenay Pir Zengi fark etmiş. Kendisine de bu yanlışı düzeltmeme vesile olduğu için çok teşekkür ederim.
Evet devam edelim. Çelikbuyduran’dayız. Arka grup da bize katılıyor. Saate bakıyorum. On iki. Beş buçuk saat sürmüş Çelikbuyduran’a çıkışımız. GPS verilerini kontrol ediyorum. Altı buçuk kilometre tırmanmışız. Üç bin iki yüz metredeyiz. Bin yüz kırk metre irtifa almış görünüyoruz. Burası zaten bir kamp alanı. Dağcıların çoğu buraya kamp kuruyor ertesi gün ya Emler ya da Kızılkayalar (kimi de ikisini birden aynı günde) zirvelerini yapıyorlarmış. Yani beş yüz bilemedin altı yüz metre daha çıkacaklar. Biz zirve yapmaya gelmedik. Yedigöller kamp alanına gidiyoruz. Daha yolun yarısındayız. Altı kilometre daha gideceğiz. İki yüz elli metrelik bir çarşak çıkış daha varmış. Üç bin dört yüz yetmiş iki metrelere vadinin başlangıcına çıkılacakmış. Sonrası hep iniş. İsteyen Emler zirvesi (3723 m.) yapabilirmiş. İki yüz elli metre daha çıkış. Dursun Şimşek’e göre yirmi dakika. İnanılır gibi değil. Dursun Şimşek kendi temposuna göre mi konuşuyor? Kafamdan bir hesap yapıyorum. Emler zirve defterine adını yazmak çok cazip. Biraz daha zorlanmaya değer mi? Sol bacağımda hafif bir kas gerilmesi hissediyorum. Sürekli çıkış bazı kasları iyice zorluyor. İki kilometrelik yol ve iki yüz elli metre irtifa. Benim hızıma göre minimum bir buçuk iki saat çıkış, bir saat te iniş. Toplam iki buçuk saat zirvede fotoğraf çekimini de ilave edersek üç saatlik bir ek getirecek bana. Dursun Şimşek herkesi yüreklendiriyor. “Çok kolay. Çantaları da bırakırsınız. Yirmi dakikada zirve “, diyor.
Vadinin sıfır noktasına 3472 metreye ulaşıp oradan patikaya girmek gerekiyormuş. Sol bacağımdaki kas gerilmesini bahane edip zirve yapmayacağımı hissediyorum. O riske giremem. Daha üç günümüz var. Sakatlanırsam hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Yamacı az eğimli patikadan çıkmaya karar veriyorum. Grubun çoğunluğu çarşak dik patikayı kestirme olduğu için tercih edeceğe benziyor. Tam biz çıkışa başlamışken ilerden atlarıyla Muhammed Eke görünüyor. Kim bilir kimlerin kamp yükünü Yedigöller kamp alanına bırakmış dönüyormuş. Kimmeryalı Oktay’ın artık enerjisinin son damlalarını tükettiğini bu son yokuşu çıkamayacağını yüzünden anlıyoruz. Muhammed Eke’ye atları kiralamak istediğini söylüyor. Tam zamanında. Ata biniyor, diğer ata da Kanat biniyor. Ağır tempoda tırmanıyorlar. Bu da şans işte. Biz de peşlerinden tırmanıyoruz. Atlar çok daha hızlı. Yamacın yarısında tekrar düşünüyorum Emler’e çıkıp çıkmamayı. Hiç istekli değilim. İçimden gelmiyor. 3472 metrede duruyorum. Burası zirve değil. Ama bir çok zirveden daha yüksek. Emler için iki yüz elli metre daha tırmanmam gerekiyor. Zirve nedir? Zirve yapmak nedir? Zirve bir dağın en yüksek noktasına verilen ad olarak tanımlanıyor. En yüksek noktaya çıktım mı? Hayır. O vakit zirve yapmış sayılmam. Ama 3472 metreden daha alçak bir çok zirve var. İki bin beş yüzlükler var, üç binlikler var. Ama onlar bulundukları bölgenin en yüksek noktaları. Adı üstünde. Zirve. “Summit”. Eğer zirve yapmak istiyorsam yapmam gereken belli. Kaçış yok. Bir karar vermem gerekiyor. Dursun Şimşek Gülay Sinan ve Kanat Akbaş zirve patikasına girmişler bile. Çıkıyorlar. Faruk Akbaş Ahu Akbaş ve ben zirve kaçakları olarak Yedigöller patikasına giriyoruz. Bundan sonrası iniş. Saat 13:40. Bol bol vaktimiz var. Fotoğraf için mükemmel bir yer. Her yer fotoğraf. Öncelikle o beni unutma çiçekleri tarlasında oturup bir süre makro fotoğraf denemeleri yapıyorum. Işık çok fazla. Apollon çok cömert. Ne var ne yok üzerime gönderiyor. Işık duşu yapıyorum. Aladağlar yani Anti Taurus Mountains olarak İngilizce söylenen bu dağlar milli park ve yaban hayatı geliştirme sahası olarak belirlenmiş durumda. Türkiye’nin en önemli ve büyük dağcılık merkezi. İşte nihayet buradayım. Bir rüyam daha gerçekleşiyor. Faruk’la Ahu bir yanda ben öbür yanda çılgınlar gibi fotoğraf çekiyoruz. Yer yer kar öbekleri var. Bir zamanlar bunlar buzulmuş. Küresel ısınma öncesi. Eğer 3400 metrede buzul yoksa bu ne anlama gelir? Bildiğim kadarıyla daha yükseklerde de yok. Emler tepede (3723 m.) buzul olmadığını söylediler. Aladağlar’ın en yüksek zirvesi olan Kızılkayalar (3767 m.) da da yok galiba. Nedense herkes Demirkazık’ın ( 3756 m.) en yüksek zirve olduğunu söyler. Oysa bu doğru değilmiş. TDF’nun 2008 yılında yapmış oldukları ölçümlerle en yüksek noktanın Kızılkayalar olduğu tescil edilmiş. Bu tartışmayı da Ahmet Ağa’nın pansiyonunda duymuştum. Bahçede oturuyoruz. Ahmet Ağa telaşla etrafta koşuşturuyor. Elini dizlerine vurup dövünüyor. Bir o yana koşuyor bir bu yana. Bir gün önce dağa çıkan dağcılar telefon etmişler “hastamız var gel bizi al” demişler. Sonradan öğreniyoruz. Dört kadın üç erkekten oluşan Ankara’lı bir dağcı grubu otuz beş saat hiç durmadan sırasıyla zirve (ler) yapmışlar. Altıncı zirveyi yapmak üzere tırmanırken kadınlardan biri kusmaya başlamış. Ardından erkeklerden biri çok kötü öksürmeye başlamış. Bir süre iyileşmelerini beklemişler. Çaresiz geri dönmüşler. Grup pansiyona giriş yaparken görmüştüm. Otuz yaş altında gençler. Öyle pek atletik duruşları da yok. Ufak tefekler. Efendim vakitleri yokmuş da uyumadan bütün bölgedeki zirvelere çıkmayı hedeflemişler. Hastanelik olmuşlar. Deli bunlar. Neden böyle aptalca bir şey yapar ki bir insan? Ölebilirlerdi. Cehalet de demek doğru mu bilmiyorum. Aladağlar’a her tür insan geliyormuş. Bilinen on yedi kayıp (ölü) var. Ölümlerin iki ana nedeni varmış. Birincisi ve en tehlikelisi kış tırmanışlarında çığ tehlikesi. İkincisi de kayarak düşme. Bu ölümlerin mutlaka nedenleri vardır ama bir de maceracılar varmış. Solo tırmanıcılar. Kimseye görünmeden bir hayalet gibi gelir gece tırmanırmış bunlar. Hayalet gibi gelir dağda hayalet gibi gezer zirve yaparlarmış. Dağcı arkadaşların söylediklerine göre nerede tek başına birini görürsen bil ki o solocu dağcılardan demekmiş. Bunlar hayalet gibi gelir kimseye dokunmadan hayalet gibi kaybolurlarmış. Kaybolmayıp kaza geçiren yardım isteyenler de olurmuş. AKUT ve jandarmanın ortak derdiymiş bu maceracılar. Bu zirve merakı ne? Diye düşündüğüm olmuştur. Sosyal medyada izliyorum. Bazı doğa gruplarının birbirinden merdane duyuruları var:
“Bir günde üç zirve”, “Şurada bir günde beş zirve artı su ve kuru yemiş ”, “Burada bir günde yedi zirve, artı sucuk ekmek”, vb. Kimi ticari kimi gruplar ise amatör. Ama “en çok zirve yapma” satışı yapıyorlar. Şimdi elimi kolumu sallayarak çıkabileceğim bir zirveden (Emler) vaz geçen biri olarak belki de bana böyle söylemek çok kolay. Ama zirve tutkusu olanlar için durum değişik. Dağcılığın ana amaçlarından biri de zirve yapmak esasında. Niçin çıkıyorsun bu dağa? Neden katlanıyorsun bu yorgunluğa? Zirve yapmak için olabilir mi? Ya da sadece zirve yapmak için olamaz. Neden mi? O zirve sarhoşluğu denen “dopamin” hormonunun salgılanması için olabilir mi? İnsan beyninde beş adet “mutluluk hormonu” varmış. Bunlara doğal sarhoş ediciler de deniyor. Hatırladığım kadarıyla en iyi bilineni sporcuların sevdiği “endorfin” ağrıları dindiren , Apollon’un iksiri “serotonin” var. Güneş ışığının ürettiği bir hormon bu da. “oksitosin” cinsel zevk hormonu, “girelin” açlık duygusunu kontrol eden hormon gibi bu beş mutluluk hormonu aynı anda beyniniz tarafından üretilince zirvede göklere yükselmeniz çok normal. İlk zirve denememde sanırım havalara zıplamıştım. Çılgınlar gibi oraya buraya koşuşturmalar, fotoğraf çekmeler, tebrikleşmeler hep en yüksek enerji seviyesinde yapılan hareketlerdi. Sadece ben değil herkes öyleydi. Başarmıştık. Yedi sekiz saat dağla mücadele etmiştik. Dağ son elli metre şiddetli rüzgara rağmen bizim zirveye çıkmamıza izin vermişti. Dağla kardeş olmuştuk. İlk zirvemde dağ bana en büyük hediyeyi vermişti. Aradan yıllar geçti. Bir çok zirve yaptım. Ama ilk zirvemi hiç unutmadım. O zamanlar bu mutluluk hormonlarını hiç bilmiyordum. Şimdi de bilmeyenler, farkında olmayanlar çoğunlukta.
Demek ki bu hormonlar bağımlılık yapıyor. Uyuşturucu gibi. Bir günde beş zirve. Bir haftada on beş zirve, vb. Bir yandan bunları düşünüp bir yandan da çiçek arıyorum. Karlar üzerinde yürüyorum.Bir süre etrafta yürüyüp buralarda kardelen var mıdır diye ararken bir çiçek tarlasıyla karşılaşıyorum. Sarı, beyaz ve mor sanırım unutma beni çiçekleri. Adları konusunda emin değilim. Alpin mineleri de olabilir. Hangi çiçeğin hangisi olduğunu anlamak için kataloglara bakmak gerekiyor. Yasemin Konuralp’in kitabı yanımda olsa bakardım ama yok. Kitap ta öyle çantada taşınacak kadar küçük değil. Cep telefonumda çiçek/bitki tanıma programları var ama internet olmayınca onlar da çalışmıyor. Aladağlar’da kaç çeşit endemik bitki var acaba? Bu satırları yazarken internetten araştırıyorum. Aubrietia canescens, Aubrieta (Obrisia), Miyosotis alpestris subsp. Alpestris, vb. Bu çiçek adlarını kesin olarak öğrenmek için daha farklı bir seyahat yapmak gerekiyor. Bir flora uzmanı bulup onunla gezmek gerekiyor. Yoksa benim yaptığım gibi el yordamıyla yapılacak iş değil. Yine de bu çiçekleri görmek fotoğraflarını çekmek çok heyecan verici. Her yörenin kendine özgü çiçekleri var. Aladağların tipik çiçeklerinin ise dağ aslan pençesi, sarı drabba, beyaz kaf dağı yıldızı, mor hünkar beğend, alpin minesi, unutma beni, vb. gibi çiçekler olduğu söyleniyor. Bu seyahatimde çektiğim fotoğraflarla bir yere varamazsam bir dahaki seyahatimde mutlaka flora konusu için hazırlıklı olacağım. İşte tanıdık bir yüz. Bir tarla sincabı ailesi. İlerideki kayalığın dibinde evleri var. Tipik ayakta duruşuyla nöbetçi pür dikkat etrafı kolaçan ediyor. Renkleri toprakla aynı olduğu için sadece hareketlerinden algılayabiliyorum. Çok güzel kamufle oluyorlar.
Yedigöller vadisine yavaş yavaş iniyoruz Sol yanımız Emler zirvesine giden patikalarla dolu. Bir çok patika var. Birincisi geldiğimiz yönden vadinin en yüksek noktasından başlayıp dik olarak zirveye yükselen patika. Patika derken toprak ve çarşak karışımı keçiyollarını söylemek istiyorum. Gelip geçenlerin ayakları altında ezilen toprak ve çalılar hafifçe göçmüş, patika oluşmuş. Toprak turuncu bir renk almış. Zaten hakim olan renk koyu sarı ve açık turuncu. İlerde zirveden gelip Yedigöller vadisine inen çok dik bir patika var. Bu da her halde Yedigöller’den gelip zirve yapanlar için kısa yol. Bir iki patika daha var ama onların neden açıldığını çözemedim. Patikalarda ikili üçlü dağcı grupları var. Birileri çıkıyor, birileri iniyor. Bu dağa gelenler hiç te az değil. Bakalım kamp alanında neler göreceğiz.
Sağ yanımda tüm görkemiyle Kızılkayalar tepesi yükseliyor. Aladağlar’ın en yüksek noktası. Patika görünmediğine göre oraya çıkış daha farklı bir rotadan olmalı.Vadinin sağ tarafı güney doğuya doğru üç binlik tepelerle uzanıp gidiyor. Hacettepe dağcılık kulübü nu tepelere H1den başlayarak numaralar vermiş. Bu yüksek tepelere ve göllere ad verme konusu çok tartışmalı. Kim vermiş, ne zaman vermiş, neden ? gibi sorular akla geliyor. Ama cevabı genellikle kulaktan duyma. Oysa her tepenin bir hikayesi olmalı. Her gölün bir hikayesi olmalı. Bu envanterler Türkiye’de önemsenmiyor. Dağcılık kültürünün bir parçası da bu dağlar, tepeler göller. Niğdeli arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde bu konulara da değindik. Dünyada ilk dağcılık faaliyetlerinin Fransızlar tarafından başladığından söz ediliyor. 1786 yılında iki doktorun Mont Blanc (4807 m.)’a tırmanmasıyla dağcılık sporunun başladığı rivayet edilir. Literatürde öyle yer alıyor. Biraz bana komik geliyor. Nasıl yani iki doktor ne demişler? Biz şu dağa çıkalım da dağcılık sporunu başlatalım mı demişler? Oysa belki de şöyle demek gerekiyor. “Dünyada ilk zirve kaydı iki Fransız doktorun 1786 yılında Mont Blanc tırmanışında alınmıştır.” Bu ne demek? Dünyada başka hiçbir yerde daha önce bir zirve kaydı alınmamış mı demek? Türkiye’de de ilk zirve kaydı Prof. Dr. F.V. Parrot ‘un 27 Eylül 1829 tarihinde Ağrı dağı tırmanışıyla başlatılıyor. TDF’un web sitesinde böyle yer alıyor. Aladağlar’daki ilk zirve kaydı da 1901 tarihinde Franz Schaffer tarafından yapılmış. Alacabaşı tepesi 3200 m. Daha sonra 1927 yazında bölgeye gelen iki Alman doktor ve eşleri tarafından en yüksek zirvelere kayıt alınmıştır. (Demirkazık, Kaldı, Kızılkaya, Alaca, Eznevit) Bu ekibe rehberlik yapan Demirkazık köyünden Veli Çavuş da zirvelere adını yazdırmıştır. Şimdi burada insanın aklına bir sürü soru geliyor. Acaba Veli Çavuş o zirvelere kaç defa çıktı ki rehberlik yapabiliyor. Demek ki bu dağlara yerel halk inip çıkıyor ama “dağcılık” amacıyla değil. Toroslarda birkaç zirve etkinliğinde biz oflaya puflaya zirveye çıktığımızda karşımıza av tüfekleriyle civar köyde yaşayanlar çıkmıştı. Ayaklarında cizlavet” inip çıkıyorlar. Artık keçi mi avlıyorlar, tavşan mı bilemem. Burada “sportif amaç” ve “kayıt” gibi iki önemli unsur var. Bu iki unsur varsa dağcılık etkinliği oluyor. Yoksa olmuyor. Demek ki eğer ben fotoğraf çekmek için dağa çıkıyorsam bu dağcılık etkinliği oluyor mu? Bence oluyor. Çıkış eylemi var. Zirve defterine kayıt düşüyorsun. Bazı dağcılık kulüpleri sertifika bile veriyor. Bence her zirve çıkışına sertifika verilmeli. Hem de dağcılık federasyonu tasdikli.
Çiçeklerin fotoğraflarından sonra sıra uzayıp giden tepelerin fotoğraflarını çekmeye geliyor sıra. Güneş artık yavaş yavaş Kızılkayalar’ın ardına doğru çekiliyor. Bulutlanma da başladı. Yatay geldiği için fotoğraf için çok iyi bir ışık. Güneş zaman zaman bulutlara giriyor çıkıyor. Işıkla kovalamaca oynuyoruz. Muhteşem bir vadi bu. Yedigöller vadisi Kar sularıyla besleniyor. Alpin sınırında olduğu için ağaç yok. Yakacak odun bulmak ta imkansız. Çobanlar geven otu yakarak ısınırlarmış. Bir de bulurlarsa tezek. Zaten hayvancılık yapacak ölçüde ot yok vadide. Göllerin kıyılarında küçük otluklar var ama onlar da ne kadar yeterli olur söylemek zor. Faruk, Ahu ve ben vadiyi seyrederek, fotoğraf çekerek ağır ağır iniyoruz. Direktaşı ve Büyük Göl kamp alanının olduğu yere üç yüz metre kadar inmemiz gerekiyor. Bazen fotoğraf gelip sizi bulur. Muhammed Eke atlarıyla çıkıp gelmez mi? Bu onu bugün üçüncü görüşümüz. Kimeryalı Oktay’ı kampa bırakmış dönüyormuş. Hemen mizansen hazırlıkları yaptık. Ahu bir ata bindi, Muhammed Eke de onu ufuk çizgisinde dağ siluetlerinde gezdiriyor. Faruk’la ben devamlı çekim yapıyoruz. Bir saat mi iki saat mi bilmem kendimizi kaybedip fotoğrafa gömülmüşüz. İşte fotoğraf böyle gelip sizi buluyor. O zaman onu reddedemezsiniz. Kabul edip gereğini yapacaksınız. Biz de öyle yaptık. Bol bol alternatifli çekimler yaptık. Muhammed Eke muhteşem bir genç. Gıkı çıkmadı. Ne desek yaptı. Ahu’yu zaten söylemeye gerek yok. Ne zaman istesek fotomodellik yapar. Gıkı çıkmaz eksik olmasın. Ona minnettarım.
Muhammed’le çekimleri bitirip vedalaşıyoruz. Ama fotoğraf her yerde. Saat dörde yaklaşıyor. Uzakta Direktaş’ı görüyoruz. Daha epey yolumuz var. Fotoğraf çekimini bırakıp biraz tempolu yürüsem mi diye düşünüyorum. Ne kadar fotoğraf çeksem açı aynı, ışık aynı. Civar tepelere yöneliyorum. Hiç yorgunluk hissetmiyorum. Sol bacağımdaki kas çekilmesinden de eser kalmadı. Yükseklik değişince perspektif değişiyor, ışık değişiyor. Sanki farklı bir yerde fotoğraf çekiyorum. Bu irtifada ışık çok fazla polarize filtre kullanıyorum. Farkı görmek için filtreyi çıkarıp bir de filtresiz çekiyorum. Her kareyi dört farklı ayarda çekerseniz zaman yetmiyor. O nedenle dağcılar/yürüyüşçüler fotoğrafçıları sevmezler.Çok azarlandığım için bilirim. Dağlara tek başınıza gidemezsiniz. Ben genel olarak nazımı çekecek trekkingcilere takılıp dağlara gidiyorum. Biraz onlardan biraz benden anlaşıyoruz. Ama bu seyahat tam bir fotoğraf seyahati oluyor. Faruk Akbaş’ın FA ekibiyle geldik bu dağlara. Rehberimiz Nedim Urcan da çok kaprisimizi çekti eksik olmasın. Ne desek yaptı. Ona ve Dursun Şimşek’e çok teşekkür borçluyuz. Artık çok az yolumuz kaldı. Birden otuz yaşlarında üç kişi belirdi iniş patikasında. Bizim geldiğimiz yönden geliyor onlar da. Selamlaştık. Birinin elinde plastik torba var. Sırt çantası yok. Ayakkabılar salon sporları için. Bu çarşak zeminde tabanları her halde su toplamıştır. Diğerlerinin kıyafetlerinden de dağcı olmadıkları anlaşılıyor. Sanki buralara mangal yapmaya gelen üç kişi. Maraşlılarmış. Buralarda geziyorlarmış. Dağcı değillermiş. Öylesine geziyorlarmış. Bir gece kampta yatıp sonra yollarına devam edeceklermiş. Muhammed Eke’nin eşyalarını taşıdığı grup bu olmalı. Daha sonra bu grubu kamp alanında gördüm. Çadırlarını bana yakın bir yere kurmuşlardı. Plastik torbası olan yanlış kıble yönünde namaz kılıyordu. Gidip ikaz etmek geçti içimden ama karışmamayı tercih ettim. Esas itibariyle dini konularda taraf olmak hiç istemiyorum. Tanımadığım bir insan. Kuzey yönünde namaz kılan bir mezhep var mıdır acaba? Hiç sanmıyorum. Genel olarak doğuya ve batıya dönerek ibadet edenler var ama onlar da Müslüman değil. Bu Maraşlılar her halde yönü yanlış yaptılar. Gece fotoğraf çekerken yanımıza gelip Müslümanlık propagandası yaptılar ama aldıran olmadı. Anlaşılan bunlar bir tarikatın mezhebin elemanları. Basma kalıp laflarla insanları etkilemeye çalışıyorlar. Bu tür fanatik insanlarla ne yapsan anlaşamazsın, tartışamazsın başını derde sokarsın. Maraş’ta geçmiş yıllarda din adına çok üzücü cinayetler işlendi. Failler yakalanamadı. Birileri katilleri korudu. Fanatizmin ürediği coğrafyalardan biri Maraş. Bu üç kişi her halleriyle kampta tedirginlik yarattılar. Bunların bu dağa neden geldikleri hiç anlaşılmadı. Sadece mangal yapmaya gelmiş olamazlar her halde. Gece çok gürültü yapmadılar. Sabah erkenden de çekip gittiler. Muhammed Eke’nin taşıması için arkada bıraktıkları eşyalar arasında yiyecek maddeleri varmış. Göl kıyısında konaklayan keçi sürüsü bunların eşyalarını talan etti. Yiyecekleri bulup çıkardılar. Her şeyi dağıtıp parçaladılar. Kurtaramadık. Artık eşyalarını o halde görünce ne derler bilmem. Dağda çok tuhaf olaylarla karşılaşıyorsunuz. Bu da onlardan biriydi. Bu arkadaşlar Maraş’ı hiç te iyi temsil etmediler.
Nihayet kamp alanına varıyoruz. Nedim Urcan ve öndeki grupla aramızda ciddi bir fark oluşmuş. Onlar çadırları kurmuş, çay içip dinleniyorlardı. Ben kendi çadırımı ve uyku tulumumu atlara taşıttığım için hemen çadır kurma işine giriştim. Nedim Urcan’dan yardım rica ettim. Genel olarak ben çadırımı biraz tenha bir yere kurarım. Gruptan ayrı bir yere. Nedeni de önceki kötü tecrübelerim. Üç bin irtifalarda uyumak kolay değil. Bünyenizin alışık olması gerek. Ben kaç defa denediysem derin bir uyku uyuyamıyorum. Her sesi duyuyorum Yan çadırdan gelen horlama sesleri uykumu kaçırıyor. Bu nedenle biraz tenha bir yere çadır kuruyorum. Birkaç yıl önce bir zirve kampında yer darlığından çadırlar neredeyse bitişik düzen askeri birlik gibi dizilmişti. Benim her iki yanımdaki çadırlardan gelen horultular yüzünden uyuyamamıştım. Performans gerektiren bir trekking etkinliğiydi. Uyku yoksa performans da düşük oluyor.
Nedim Urcan tam bir profesyonel hemen yeri tespit ettik. Çadırı şıp diye kurduk. Tecrübeli biriyle çadır kurmak bir başka oluyor. On dakikada işimiz bitti. Fotoğraf ekipmanımı gözden geçirip hazırlıklarımı yaptım. Artık gece samanyolu avına hazırım
(DEVAM EDECEK)