web analytics

Pergamon (Bergama)  fotosafari grubuyla kararlaştırılan noktada buluşup yola çıktık. Dört yüz kilometre gideceğiz. On yedi kişiyiz. Gece yolculuğu yapıyoruz. Saat 01:00 gibi yola çıktık. Feribotla karşıya geçip Bursa yolu üzerinden Bergama’ya ulaşacağız. Minibüste kimse uyumuyor ama ışıklar sönük, gözler kapalı. Herkes düşüncelere dalmış gitmiş. Düşünüyorum. Aklıma gelen ilk soru şu:

  • Pergamon’dan Bergama’ya nasıl gelindi? Kaç yılda gelindi?  
  • Bugünkü Bergama nüfus yapısı Pergamon halkının izini taşıyor mu?
  • Bergamalılar Pergamon antik kentiyle ilgili ne düşünüyor? Pergamon antik kentini kendi geçmişleri kültürel mirası olarak görüyorlar mı?
  • Ben neden Bergama’yı önemsiyorum?   

Bergama kenti ile ilgili hafızamda kalan birkaç konu (medya etkisi demek daha doğru) var:

 Birincisi, Bergama antik tiyatrosu (eski taşlara yani arkeolojiye olan  merakım), ikincisi ilk sivil itaatsizlik eylemlerinin görüldüğü coğrafya; altın arama ruhsatlarına karşı halkın direnişi[1], üçüncüsü ise Bergama tulum peyniri. Bu seyahatte bu üç konu üzerinde durmaya karar veriyorum. Kahvaltı sırasında otel personeliyle  konuşuyoruz. Bu otel restore edilen bir Rum okulu. Anlaşıldığı kadarıyla belediye işletmesini ihaleyle satıyor. Sert bakışlı, kilolu, sakallı servis sektöründe pek görmeye alışık olmadığımız  kadar kaba tipler. Belli ki ilişkiler sağlam olduğu  için bu ihaleye “oturmuşlar”. Gerçek Bergamalılar mı yoksa başka yerden sızma mı belli değil. Pergamonlu bulamayacağımıza göre bu kaba saba adamlarla yetinmek zorundayız.

Altın madeni işletmesinin halk tarafından tepkiyle karşılanması birilerini çok üzmüş olmalı. Ama aradan zaman geçtikten sonra tüm direnişlere yürüyüşlere, tutuklanmalara  karşın altın madenleri tıkır tıkır çalışıyormuş. Siyanür boca ediliyormuş topraklara. Aradan otuz sene geçiyor, medyanın ilgisi başka tarafa döner dönmez siyanürle çıkartma işlemi hemen başlatılıyor. Garip bir denge var. Doğa ile insan arasında ölümcül bir denklem kuruluyor. Doğayı böylesine vahşice katleden idareciler acaba nereden çıkıyor? Bugün Bergama Ovacık ilçesi yakınlarında doğa harikası fıstık çamlarıyla ve zeytin ağaçlarıyla kaplı Kozak Yaylası tabiat park alanı içerisinde iki yerde altın madeni kurulmuş ve çalışır durumdaymış. Tüm eylemler, o kadar emek, patırtı gürültü derken birileri her şeye rağmen amacına ulaşıyor. Aynı senaryo her konuda tekrar tekrar gündeme geliyor; bir süre gündeme oturuyor, sonra sönüp gidiyor.  Kazdağlarındaki altın madenine karşı başlatılan eylemler de böyle olacak  büyük bir olasılıkla. Şimdi tek konu var gündemde: Suriye. Başka konu yok. Gündemi belirleyenler projektörü nereye tutarsa orası görünüyor. Geri kalan alanlar karanlık. Birkaç yıl sonra göreceğiz orayı da.   

Sabah sekiz sularında Bergama’ya  giriyoruz. Uykusuz geçen bir gecenin sabahında duş yapıp kendimize gelmeye vakit yok. Otelde kahvaltı ediyoruz. Otel kentin akropol tepesine yakın (eski şehir) bir  mahallesinde bulunuyor. Halk arasında ‘Ne yerde ne gökte mahallesi’ olarak bilinen Kale Mahallesinde.  Bu deyimin tam olarak neden söylendiğini bilenler mutlaka vardır ama kimse mantıklı bir izahat getirmiyor. Kaçamak cevaplar veriliyor. Ama bu tabir kesinlikle yedi kutsal kiliseden birinin yer aldığı  Kızıl Avlu ve eskiden suları yok olmadan önce gürül gürül akan Selinos (Bergama) çayı için söylenmiş olsa gerek. Selinos belli ki üzerine yapılan muhteşem taş köprüleriyle ihtişamlı bir akarsuydu. Köprülerin kalıntıları sapasağlam duruyor ama su yok. Susuz köprü neye benzer diye soracak olursanız gidip görün derim. Köprülerin üzerine derme çatma evler kondurulmuş.  Çok korkunç. Kimse de çıkıp “Yahu kardeşim sen ne yapıyorsun?” diye sormamış. Selinos’u ve daha bir çok doğal habitatı Bergamalılar öldürmeden önce belki de sabahları gün doğarken sis oluşuyordu. Kim bilir belki de yıllar önce yukarı şehir ve Kızıl Avlu kilisesi Selinos’dan kalkan sislerin üzerinde bir hayal gibi duruyordu. Artık sabah sisi diye bir şey yok. Su yoksa hiçbir güzellik yok. Sen Fırtına’yı kurut bak bakalım ne oluyor Rize yaylalarında.  Pergamon kilisesi Anadolu’daki “yedi kutsal kilise”[2]den biri olarak biliniyor.

 Hatırlıyalım:

  • Pergamon,
  • Ephesus,
  • Smyrna,
  • Sardes,
  • Philadephia,
  • Laodikia

Selinos ve Kelinos çayları Pergamon’un en önemli coğrafi aktörleri artık eski önemini taşımıyor. Kente su depolamak için Kestel barajında su toplanıyor. Baraj ne zaman yapıldı bilmiyorum ama tüm ekosistemi değiştirdiği kesin.

Kale mahallesinde binaların  çoğu  harap durumda. Bu konaklar bir zamanlar buralarda yaşayan insanların (Osmanlı bürokrasisi)  varlıklı olduklarının bir işareti esasında. Binaların mimari tarzı yüz yıl öncesinin de nüfus yapısını yansıtıyor. Rum, Ermeni, Yahudi, Türk evleri tarzlarıyla birbirinden çok farklı. Bağdadi tarzı denen ahşap malzeme kullanılarak yapılan cumbalı, avlulu Türk evleri, birkaç basamakla girişi yüksek taş Rum evleri, yüksek tavanlı, büyük pencereli çatısı düz taştan ermeni evleri, görkemli Yahudi tüccar konakları bir arada bulunuyor.    Daracık sokaklar, Arnavut kaldırımları perişan. Kula’da da aynı mozaiği görmüştüm. Bergama’nın Kula’dan farkı ne? Bakmak lazım. Her yerden kablolar, antenler fışkırıyor. İdari olarak İzmir’e bağlı bir ilçe olan Bergama yerleşim alanı eski tarım alanları üzerine yayılmış durumda. Bergama’nın da söylenenlerin aksine diğer Anadolu kasabalarından bir farkı yok. Eski şehir, yeni şehir ve çarpık yapılaşma. Anadolu’daki tüm antik kentlerde durum aynı. Tarım alanları konut alanları olarak kullanılıyor. Akropol tepesi 300 metre ile ovanın en yüksek yeri.

Pergamon krallık başkentinin akropolü ve kale bu tepede yer alıyor. İlk fotoğraflarımızı orada çekmeye başlayacağız. Bir antik kent nasıl fotoğraflanır? Öncelikle şehrin planına bakıp neyin nerede olduğunu anlamak lazım.  

Bergama Akropolis’i (Yukarı Şehri) her yerden görünüyor. Başınızı kaldırırsanız  o tepedeki kent kalıntılarını görüyorsunuz. Tüm evler akropol manzaralı demek yanlış olmaz. Bu akropol büyük bir olasılıkla Atina akropolünden esinlenerek inşa edildi.

Bakanlığın kullandığı şu ören yerleri tabirini de sevmiyorum. Orada bir kültür bir tarih yatıyor ve sen oraya ören yeri diyorsun. Taş yığını yani. O taşları alıp kullanmak serbest. Öyle de yapılıyor. Anadolu’daki tüm antik kentlerin taşları çalınıp bir yerlerde inşaat malzemesi olarak kullanılıyor. Üzerindeki yazılarıyla kitabeler, ithaf taşları, mil taşları ve daha neler neler. Bu taşlara ören yeri diyen kafa  tarihi eserleri satıyor, hibe ediyor, izin veriyor. “Bunlar bizim değil” diyor. “Bunlar Müslüman değil, gavur” diyor.   Bu topraklara Orta Asya steplerinden gökten zembille indiklerine inanan cahil çoğunluk tarihle ve arkeolojiyle ilgili değil. Kendisine çocukluğundan bu yana sunulan uydurma Sünni İslamiyet masallarıyla, ritüelleriyle, anlamadığı Arapça dualarla ve evliya söylenceleriyle  çok mutlu. Arap kültürünü benimsemiş görünüyor, Arap kültürüne benim kültürüm diyor ama bir yandan da pagan inanışlarını sürdürüyor.  Bir şey öğrenmek istemiyor, araştırmak istemiyor. Kendisine sunulan “Arap kurgusunu” devam ettirmek istiyor.   

Akropolis görünen ve görünmeyen tüm yapılarıyla mimari bir deha ürünü.  Alman arkeologların Berlin Müzesi’nde sergiledikleri Zeus Altar’ı temsili resmine bakınca çıldırmamak elde değil. Benim çıldırmam taşra şovenistlerinin “ah gitti tarihi eser” feryadından değil. Benim feryadım bu kadar yıl  (2200 yıl) önce burada var olan mimari anlayışın nasıl olup ta bugünkü rezalet hale dönüştüğü.  Tüm zamanların en etkileyici, en görkemli mimari eserleri ile rekabet eden Akropolis içinde Zeus Altar’ı, tapınakları ve kamu binalarını barındıran   topoğrafyanın çok iyi kullanıldığı, heybetli bir yerleşim. Bergama Akropolünü inşa edenler  her ne kadar Atina Akropolünden örnek aldıysa da, Atina Akropolü’ nün koyu dinsel karakterine karşın Pergamon tepesi, daha çok halk toplantılarının ve gezintilerinin yapıldığı, günlük yaşantının geçtiği, devlet ve ticaret işlerinin görüldüğü yapılardan oluşuyormuş.

Berlin’deki Pergamon Müzesinde  bulunan  120 m uzunluğundaki kabartmalarıyla ünlü Pergamon Altar’ı  (Zeus Sunağı)  Bergama kralı II. Eumenos (MÖ.197-159) döneminde Anadolu’nun farklı yerlerinden getirilen seçkin  mermerlerden inşa edilmiş.

Üç tarafı “dor” düzeninde, iki katlı  “stoa”larla çevrili geniş bir avlu şeklindeki bu “kutsal” alanın batı köşesinde ünlü “Athena Tapınağı” bulunuyor.

Akropol’e teleferikle çıkmayı planlamıştık fakat her nedense teleferik çalışmıyordu. Onun yerine taksilere doluştuk. Orada o taksiler nasıl bulunuyor, nasıl bir ticari mekanizma var bilen yok. Adam başı yirmi lira (gidiş dönüş) verip üçer üçer taksilere doluyoruz. Teleferiğin bu “şüpheli” bozuluşu bana Dr.Vehbi Günay’ın  Bergama’nın on beşinci yüzyıldaki halleri üzerine 1999 yılında yazdığı doktora tezinden birkaç bölümü hatırlattı. Tez çok kapsamlı. Merak eden alıp okusun. Osmanlı idaresinde “kaza”nın en yüksek mülki amiri “kadı”[3]. Yani yargıç. Yargıdan o sorumlu, vergiden o sorumlu, güvenlikten belediye ve sağlık hizmetlerine kadar her şeyden o tek başına sorumlu. Tarih boyunca Osmanlı hayranı royalistler ne derse desin bu kadıların aldığı rüşvetin haddi hesabı yok. Tarih kitapları onlarla dolu.  Osmanlı bürokrasisi yüz yıllar içinde rüşveti ve adam kayırmayı “adalet” dağıtmaya tercih etmiştir. Bunun aksini söyleyenlerin amacı farklı olmalı. Burada da şimdi Bergama’da ücretli hizmet veren teleferiğin taksilere ne gibi bir fayda sağladığı ayan beyan ortada. Bunu soruşturacak bir merci de yok. Bergama idari mekanizmasının nasıl çalıştığını bilmiyorum ama görünen köy kılavuz istemez; şehir harap durumda ve  çöp içinde. Her yer ambalaj atıkları ve sigara izmaritleriyle dolu. Tarihi köprülerin altları tam tabiriyle mezbelelik. Atık dolu. Antik kentte  Mehmet Bey’in  rehberliğinde dolaşmaya başlıyoruz. Mehmet Bey, amatör bir arkeolog. Elindeki plana göre hem yürüyoruz hem de onun verdiği izahatları dinliyoruz.   

Eski kentin kalıntılarını, 1870’lerde Batı Anadolu’da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Herr Carl Humann’ın  bulmuş olduğunu öğreniyoruz.  Pergamon’da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878’de başlanmış. Bu kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürüyormuş.

Zeus Altar’ının bulunduğu yere geliyoruz. Rehberimiz anlatıyor. Akro pol’ün birinci surlarının dışında, Athena Tapınağı’ndan 24 metre aşağıda bulunan taraçada kurulmuş olan sunak, yukarı Agora’nın biraz üstünde bulunmaktaymış. Sunak yapısı 300 metre yükseltili bu taraçanın ortasında inşa edilmiş. Taraça, kuzeyden güneye 37.70 m., batıdan doğuya 36.60 metrelik bir dikdörtgenmiş. Fotoğraflarına bakıyoruz. Oysa bu Berlin’e giden feryat figan eden belediye başkanları, arkeologlar, yetkililer altarın bir replikasını yaptırıp yerine koyabilirlerdi. Belki de finansmanını AB fonlarından karşılayıp  teknik denetimini Türk-Alman arkeologlardan oluşan bir konsorsiyuma bırakabilirlerdi. Kültür bakanlığı bu projeyi hayata geçirebilirdi. Şimdi biz de altar’ın eskiden bulunduğu noktada ah vah eden rehberi dinlemek zorunda kalmazdık. Tüm kaçırılan arkeolojik eserlerin replikasının asıl yerlerine konması gerekir. Asıllarının müzelerde durması gerekir. Yılanlı sütun için yapılmış, bir çok yerde yapıldığını biliyoruz.  

Bugün Akropol’de yalnız temelleri görülebilen Zeus Sunağı’nın tüm mimari parçaları ve kabartmaları, Berlin Müzesi’nde aslına yakın bir şekilde tamamlanarak neredeyse yüz yirmi yıldan bu yana sergilenmektedir. Almanlar o tarihten sonra müzenin adını Pergamon Müzesi olarak değiştirmişlerdir.

Carl Humann ve ekibi, Zeus Sunağı’nın bölümlerini numaralandırıp özenle sökerek, 1886 yılına kadar aralıklarla parça parça Berlin’e taşımıştır. Taşınma işlemleri aylarca yıllarca sürmüş,  katırlarla, develerle Akropol’den aşağıya indirilmiş, oradan mandaların çektiği kağnılarla Çandarlı Limanı’na götürülmüştür. Daha büyük gemilere yüklenmek üzere İzmir Limanı’na taşınmış ve sonra da Kuzey Denizi’ndeki Limanlara indirilerek demiryoluyla Berlin’e götürülmüştür. Bu taşıma ve yolculuk yaklaşık on yıl sürmüş. On yıl boyunca bir kişi çıkıp da “yahu bunları nereye götürüyorsunuz” diye sormamıştır. Sunağın sergilenebilmesi için Berlin Müzesi’nin salonu yeniden düzenlenerek; tavanı yüksek ve camdan bir örtüyle kaplanmıştır. Kim bilir belki de orada durması daha sağlıklı. Nihayetinde dünya mirası. Kültür bakanlığının da tarihi eserleri restore ederken yaptığı hatalar ve muhafaza etmede sabıkası çok. Söylendiğine göre Alman arkeologların yazdıkları raporlar Türkiye’de arkeolojik eserlere yapılan tahribat örnekleriyle doluymuş. Şimdi taşra şovenistleri karşı çıkacak ama bu bir gerçek.

 


[1] Almanya ve Avusturalya menşeli şirketlerin ortaklığında kurulan Eurogold firması 16 Ağustos 1989’da Bergama’da maden arama ruhsatı aldı, 1991’de tesis inşaatına ve maden için ön hazırlıklara başladı. 2005’ten beri Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen maden ocağı 90’lar ve 2000’lerde birçok kez el değiştirdi, hisseleri Amerika, Almanya, Avusturya, Fransa ve Kanada menşeli şirketler arasında gidip geldi. 92 yazında başlayan sivil itaatsizlik eylemleri, 93’te sıklaştı, firmanın binlerce zeytin ve çam ağacını kesmesi üzerine Kasım 1996’da kitleselleşti. 15 Kasım 1996’da köylüler İzmir-Çanakkale yolunu altı saat boyunca trafiğe kapattı. Yaklaşık 10 gün sonra binlerce Bergamalı sağanak yağmur altında ellerinde tabutlar ve ‘mezarımızı kazmayın’ sloganlarıyla belediye bandosunun çaldığı Chopin’in cenaze marşı eşliğinde protesto yürüyüşü yaptı. Madende dinamit patlatılmaya başlanınca 1997’de 50’nin üzerinde eylem yapıldı. 22 Nisan 1997’de sabaha karşı 4000 civarında köylü maden sahasını işgal etti. Aynı sene Danıştay’ın kapatma kararı uygulanmayınca “apaçi eylemi” yapıldı, yüzlerini boyayan köylüler ellerinde baltalarla maden etrafında nöbet tuttu. 26 Ağustos 1997’de üç otobüs dolusu köylü kendilerini Boğaz Köprüsü’nün parmaklıklarına bağlayarak trafiği iki saatliğine tıkadı. Yargı kararının uygulanmamasına tepki olarak 30 Kasım 1997’de yapılan nüfus sayımında 8 köyden yaklaşık 10 bin kişi kendilerini saydırmadı, “hükümet bizi saymıyorsa biz de sayılmayız” dedi. Kaynak:

 Bianet: http://bianet.org/bianet/siyaset/160766-bergama-altin-madeni-direnisi-topragin-bekcileri

[2] İncil’de eski ahit, Küçük Asya Havarisi diye tanınan Havari Yuhanna’nın vahiylerini bildirir ve dünyanın sonu, mahşer günü gibi kavramlardan söz edilir. Hz. İsa, Havari Yuhanna’ya görünür ve 7 kiliseye iletilmek üzere “mesajlar” verir. İşte kitapta adı geçen ve mesajlar yollanan 7 kilise, Hıristiyanlığın ilk kiliseleri olarak kabul görür ve hepsi Türkiye’dedir.

[3] Tarihi kayıtlara göre Osmanlı Devleti’nde ilk kadının Osman Gazi tarafından tayin edildiği

bilinmektedir. Kadılar ilk önce kazaskerlerin merkezi otorite ile yazışmaları sonucu padişah tarafından tayin

edilirken, II. Mehmed’in yönetimi devralmasıyla birlikte tayinlerde yeni düzenlemeler yapılmıştır. Buna göre

kadı olarak atanacak kişilerde kazaskerlerin teklifi önem kazanmış ve nihayetinde veziriazam tarafından

değerlendirilerek kadı olarak atamaların yapılmasına başlanmıştır .

Osmanlı Devleti’nde şehir ve kasabaların güvenlik, asayiş ve belediye hizmetlerinden sorumlu olan

kadı, yargı ve yönetim bakımından belirli bir büyüklüğe sahip olan ve kaza adı verilen yerleşim birimlerinde

görev yapmaktaydı. Kazalar, Osmanlı idari teşkilatında sancakların kendi içerisinde küçük

birimler halinde ayrılmasıyla ortaya çıkan yerleşim yerleridir. Kaza bir yönetim birimii olarak adalet ve yönetim

işleri dâhilinde kasabanın çevresinde yer alan nahiye ve köylerin merkezi konumundadır.Kazanın yönetimini elinde bulunduran kadı, birçok görevi aynı anda yerine getirmekten sorumlu tutulmuştur.

Kazalarda yargı organının başında olan kadı, kazanın güvenliğinden ve belediye türü hizmetlerin

gerçekleştirilmesinden de sorumluydu. Bu açıdan değerlendirilecek olunursa görev yaptığı bölgede hem emniyet müdürü hem de mülki idare amiri konumundaydı.

Osmanlı hukukunda yargı otoritesi padişaha ait olup, padişahlar bu yetkilerini kadılar aracılığıyla

kullanmışlardır. Yargı yetkisi padişahtan kadıya vekâlet yöntemiyle geçmekle birlikte, yargılama yetkisinin

gerçek sahibi olan padişah, her zaman için vekili olan kadının verdiği kararları kontrol etme, gerekli gördüğü

durumlarda iptal etme, yeniden yargılama yapma kararını verme veya başka bir görevliyi aynı konu hakkında

yargılama yapması için görevlendirme yetkisine sahiptir. Kaynak: Osmanlı Adli ve İdari Sisteminde Kadılık:

Şeniz Anbarlı BOZATAY,, Konur Alp DEMİR

Kaynaklar:

Aşağıdaki kaynaklar Prof. Dr. Mehmet Tuncer’in  “Gazete ne haber” dergisinde yayınlanan Pergemon’dan Bergamaya adlı makalesinin kaynaklar bölümünden alınmıştır.  

Benim taradığım kaynaklar:

  • Günay, Vehbi, Doktora Tezi, XV. Ve XVI. Yüzyıllarda Bergama kazası. Ege Üniversitesi, İzmir 1999
  •  Altan Pınar, Yüksek Lisans Tezi, SITE MANAGEMENT IN CONSERVATION AREAS: A CASE STUDY OF PERGAMON, Izmir Institute of Technology, İzmir, 2019
  • Akad, Sevgiser, Doktora Tezi, ANATANRIÇA LARMENE KÜLTÜ, Ege Üniversitesi, İzmir 2009
  • Keskin, Gökçe Çiçek, Yüksek Lisans Tezi, BERGAMA MÜZESİ ANTİK YUNANCA YAZITLI ESERLERİNDEN BİR SEÇKİ, Ege Üniversitesi, İzmir 2018
  • Eriş, Eyüp, Bergama Söylenceleri, Bergama Kültür ve Sanat Vakfı, Belleten-17, İzmir, 2009
  • Cockerell, Samuel Pepys,  THE JOURNAL OF C. R. COCKERELL, R.A. Longmans and Green. Co., London, 1903
  • Doç. Dr. Akkurnaz, Sedat, Hellenistik çağ mimarlığı, Lectures, Adnan Menders Üniversitesi
  •  Doç. Dr. Küçükhasköylü, Nurdan, İSTANBUL’DA AVRUPALI ELÇİLER VE TÜRK DÜNYASI KOLEKSİYONLARI, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 2010
  • Bingül, Ahmet, Yüksek Lisans Tezi,ANTİK DÖNEMDE GYMNASİUMUN ÖNEMİ VE PERGAMON GYMNASİUMU- Selçuk Üniversitesi-  Konya 2013
  • Bağdatlı, Fatma,  İÖ. 3.YY’DA BATI ANADOLU VE ADALARDA HEYKELTRAŞLIK FAALİYETLERİ, Selçuk Üniversitesi-Konya, 2009
  • Baykara, Ayşe, Bike, Yüksek Lisans Tezi, THE ENTERTAINMENT STRUCTURES IN ROMAN PERGAMON, ODTÜ, Ankara, 2012
  • Işılay, Yılmaz, Yüksek Lisans Tezi, Roma İmparatorluk Döneminde Pergamon Tarihi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 2004
  • Yüksel, Ece, 17. YÜZYIL SONU, 18.YÜZYIL ORTASI VE 19.YÜZYIL BAŞINDA YABANCI SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN

BATI ANADOLU ANTİK KENTLERİ, Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın, 2012

Pergamon (Bergama)

Post navigation